Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne страница 12
Elimi onun kan bulaşmış koluna koydum. “Tob,” dedim, “tekrar iktidar sahibi olup olmayacağım ya da yarın idam edilip edilmeyeceğim tamamen ayrı bir konu ve bunu ancak Tanrılar bilir; ama şimdiden sana şunu söyleyeyim ki eğer bana minnettarlığımı göstermek için bir şans verilirse, bu yolculukta bana nasıl hizmet ettiğini ve bugün nasıl mücadele ettiğini hiç unutmayacağım.”
Tob, elindeki boynuzu şarap tulumundan tekrar doldurdu ve ayaklarıma döktü. “Bu benim için, karımla çocuklarımın bugünden itibaren asla yoksun olmayacaklarına dair yeterli bir güvence,” dedi, “Efendi Deukalion ve idam, daha neler!”
Dördüncü Bölüm
PHORENICE'IN KARŞILAMA TÖRENI
Şimdi tüm gerçeğiyle şunu söyleyebilirim ki körfezin ağzında bizi bekleyen rakip donanmayla karşılaştığımızda, ona destek olmam için beni emri altına çağıran İmparatoriçe’nin gözündeki değerim üzerine pek fazla düşünmemiştim. Fakat orada, bizi pusuda bekleyen gemiler ve adamların beni ellerine geçirebilmek için vahşi bir gaddarlıkla savaşmaları, bunu ortaya koyan ve en kör insanların bile görebileceği kadar aşikâr alametlerdi. Ulusun kaderinde çok önemli bir rol oynamamın beklendiği açıkça belliydi.
Bizim gelişimiz, düşmanlar tarafından izlenmiş olduğuna göre Phorenice’in de mutlaka bizi izleyen gözcüleri vardı ve bunlar dağlardan bizi görüp başkente haber ulaştırmış olmalıydı. Gerisinde büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfez, genişlik açısından büyük farklılıklar gösteriyordu. Aşırı derecede fokurdayarak kaynayan dağların püskürterek aşağıya akıttığı sıvı maddelerin oluşturduğu sert kayalıkların olduğu yerlerde kanal, neredeyse bir nehir genişliğindeydi ve sonra, yarım günlük bir yelken yolculuğunun sonunda, genişleyerek kıyıları zar zor görülebilen çok büyük bir göl halini alıyordu. Dahası, izlediği yatak dolambaçlı kıvrımlarla devam ediyordu; bu yüzden yolunu bilen ve kıyı boyunca uzanan düzlükler, bataklıklar ve tüten tepelerin arasından geçen bir haberci, yoldaki ateş derelerinden ya da sudan veya etrafta dolaşan canavarlardan kurtulabildiği takdirde, karayoluyla sahilden başkente, kürekçilerin en sert şekilde kırbaçlandığı denizdeki kadırgalardan bile çok daha hızlı bir şekilde haber taşıyabilirdi.
Elbette, haberciye hızlı olması için tüm önlemleri feda etme emri verildiğinden, onun bu karayolundan güvenli bir şekilde geçiş yapması büyük riskler taşıyordu. Fakat Phorenice, habercilerin sayısı konusunda cimri davranmıyordu. Boğazların deniz girişine tepeden bakan burnu üzerine yirmi kişilik bir haberci birliği göndermişti; her biri kendi rotasındaki haberleri anlatmaya başlamıştı, bu becerikli arkadaşlardan en az yedisi, hızları ve zekâları sayesinde bir hasar görmeden haberlerle dönebilmişlerdi, diğerlerinden ise ancak üçünün hayatta kaldığının bilindiği söylenmişti.
Tabii ki bu durumu o zamanlar bilme imkânımız yoktu ve bizim oraya geleceğimizden başkalarının pek haberi olmadığını düşünerek yolumuza devam etmiştik. Kadırganın küreklerini çeken köleler, çoğunlukla Avrupalı yabanilerdi ve kokuları o kadar rahatsız ediciydi ki yolculuğun bütün zevki kaçmıştı, üstelik rüzgâr bu kokuyla birlikte püsküren bir ateş dağından yayılan sayısız miktarda küçük kum tanecikleri taşıdığı için mümkün olduğunca fazla oyalanmadan yolculuğun bir an önce bitmesini istiyorduk. Ayrıca kendimi boş yere küçük düşürmeden şunu itiraf edebilirim ki rahiplik eğitimim sırasında aldığım stoacı felsefe öğretisine göre tüm geleceğin Tanrılar’ın elinde olduğunu biliyor olsam da sonuçta hâlâ zayıf tarafları olan bir insandım ve Atlantis’te nasıl karşılanacağıma dair çok büyük bir merak içindeydim. Zihnimde, karaya çıktığım zaman resmi bir mahkûm olarak tutuklanacağımı ve Yucatan kolonisini iyileştirmek için neler yaptığımı açıklamak üzere bir duruşmaya çıkacağımı ya da bilinmeyen ve fark edilmeyen biri olarak kıyıya adım atacağımı, bir süre sonra da İmparatoriçe tarafından yeni görevler üstlenmem için oraya çağrılmış olduğumun unutulup gideceğini hayal ediyordum, ama asıl karşılanışım benim tahmin bile edemeyeceğim bir şekilde gerçekleşti.
Şehrin arkasındaki kutsal dağın zirvesinde yanan sonsuz ateşlerin göz kamaştıran parıltısıyla birlikte sabah şafak sökerken ortaya çıktık ve lostromonun kamçısı, kadırgaya son bir hamle yaptırmak için tiksinti verici kölelerin üzerinde çok daha şiddetli bir şekilde şaklamaya başladı. Rüzgâr ters yönden estiği için yelkenleri açamadık ama kürekler sayesinde oldukça iyi bir hızla ilerliyorduk, kutsal dağın kenarları daha da yükseldi ve aynı anda şehirdeki piramitlerin zirveleri ile yüksek binaların kuleleri, sanki ışıldayan suyun üzerinde yüzüyormuş gibi kendilerini göstermeye başladılar. Atlantis’i en son görüşümden bu yana yirmi yıl geçmişti ve yerdeki döşeme taşlarının üzerinde tekrar yürüme düşüncesiyle kalbim kor gibi yanmaya başladı.
Görkemli şehir, biz denizden yaklaştıkça büyüdü ve küreklerin her hamlesiyle birlikte kıyılar daha da yakınlaştı. İlk olarak, erkekliğe adım atma törenimin yapıldığı tapınağı, sonra üyeliğe kabul edilerek içindeki küçük gizemleri öğrenmeye başladığım piramidi gördüm ve ardından da (daha küçük nesneler fark edilir hale geldikçe) bir babayla annenin beni yetiştirdiği evi fark ettim; canlanan anılarla birlikte gözlerim doldu.
Kural gereği kadırgayı limanın beyaz duvarlarının dış tarafına yanaştırdık ve köleler, kürek ıskarmozlarının başında nefes nefese, sessizce hıçkırdılar. Bu şekilde konuşlandırılan gemiler için genellikle yeterli bir bekleme süresi vardır, çünkü bir liman kaptanı kendi rütbesinden emin olmamaya çok eğilimlidir ve bunu onlara kanıtlamak için insanları bekletmek zorundadır. Ancak liman kaptanının teknesi, şimdi burada bizi bekliyor olabilirdi. Limanın girişindeki iki kaleden sinyal borusunun sesi duyuldu, aralarında asılı olan zincir indirildi ve duvarların arkasından on kürekli bir tekne, küreklerin çekebildiği kadar hızlı bir şekilde ileri çıktı. Hızla yanımıza geldi ve sorular sorulmaya başlandı:
“Bu Dason’un kadırgası değil mi?”
“Öyleydi,” dedi Tob.
“Ah, Dason’un kellesini pruvanın boynuzunda asılı gördüm,” dedi liman kaptanı. “Sen Tatho’nun kaptanı mıydın?”
“Hâlâ öyleyim. Tatho’nun filosu, Dason ve arkadaşları tarafından denizin dibine gönderildi ve bu yüzden biz de yolculuğu tamamlamak için bu leş gibi kokan kadırgayı aldık, geriye suda yüzen bir tek bu tekne kalmıştı.”
Liman kaptanının gözleri, arka güvertede duran grubumuzun üzerinde gezindi. “Korkarım ki kaptan, sizi tehlikeli bir karşılama bekliyor. Efendi Deukalion’u aranızda göremiyorum. Yoksa başka bir donanmayla mı geliyor? Tanrılar aşkına kaptan, eğer senin sorumluluğun altındayken onun öldürülmesine izin verdiysen İmparatoriçe senin derini diri diri ve yavaşça yüzer.”
“Phorenice ve Tatho’nun ikisi de onun sağlığı konusunda bu kadar kaygılı olduklarına göre,” dedi Tob, “Efendi Deukalion tehlikeli bir yolcu olmalı. Ama bu yolculukta derimi kurtaracağım.” Başparmağını kaldırarak bana doğru salladı. “Kendisi araya girip benim için bir şeyler söylemek üzere orada bekliyor.”
Liman