Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne

Скачать книгу

çıktıklarında gördük, geniş yüzgeçleriyle denize çarptıkça köpükler çıkararak ve yüzerken uzun boyunlarını gemi direği gibi sallayarak bize doğru geldiler. Donanmamızın gemileri uzun, düz bir hat şeklinde yol alıyordu ve eski günlerde canavarların her biri, kendine ayrı bir av seçerek onun peşinden giderdi. Bununla birlikte sanki insanlar gibi bu canavarlar da savaşın gerektirdiği taktikleri öğrenmişti ve şimdi toplu halde avlanıyor, güçlerini bölmüyorlardı.

      Gemimize doğru geldikleri aşikârdı ve kaptan Tob, onların saldırısından korunayım diye muhtemelen beni kıç kasaraya götürecekti ve orada güvende olacaktım. Bana, Efendi Tatho’ya karşı benim güvenliğimden sorumlu olduğunu söyledi; bu canavarların, karınlarını doyurmak için gemi mürettebatından bazılarını ele geçirmeyi başaracakları kesindi ve eğer bunlardan biri, tesadüfen Efendi Deukalion olursa o zaman kaptan, sonradan Tatho’nun elinde çok acı bir ölümle can vermektense kendini canavarlara gönüllü olarak vermeye razıydı.

      Gelgelelim, ben kafama koymuştum. Bir adam, ister insan ister canavar olsun, düşmanlarla savaşmak için asla çok fazla deneyime sahip olamazdı; bu yaratıkların saldırısı benim için yeni bir şeydi ve ben bunun yöntemini öğrenmeye yürekten istekliydim. Bu yüzden kaptana, Tatho’ya yazdığım ve meselenin nasıl olduğunu anlatan bir mektup verdim (bu kaba arkadaşın bunun için biraz minnettar olduğu söylenebilirdi) ve tentenin altındaki sandalyemde oturmaya devam ettim.

      Canavarlar, ısırmaya hazır çeneleriyle birden son hızla üzerimize geldiler ve tüm gemiciler silahlarıyla savunma pozisyonuna geçtiler. Geminin iki yanına geçen canavarlardan, daha küçük olan iki dişi geminin bir kanadından, dev boyuttaki erkek de diğer kanattan gemiye çıktı. Kocaman kafalarıyla neredeyse yelkenleri tutan seren direğine kadar yükseliyorlardı ve onlardan gelen pis koku, insanın midesini bulandırıyordu.

      Gemiciler aslan gibi bir cesaretle canavarlara karşı koydular. Oklar, pürüzsüz ve boğa derisi kadar kalın derilerine karşı faydasızdı. Üzerlerine püskürtülen alevler, derilerini yakmıyordu bile; saldıran bir kafayı, ancak aynı anda vurulan yirmi balta darbesi geri püskürtebiliyordu ve bunlar da sadece metalin ağırlığı nedeniyle başarılı oluyor, bir yara izi bile bırakmıyordu.

      Canavarlar, dünyaya hâkim olma konusunda her zaman insanlarla çatışmışlar ve yalnızca Atlantis, Mısır ve Yucatan’da insanlar kendi üstünlüğünü koruma cesareti göstermiş, onlara karşı kararlı bir güçle savaşarak önceki birçok savaştan zaferle ayrılmışlardı. Avrupa ve Orta Afrika’daki daha büyük canavarlar, tam hâkimiyete sahiptiler ve insanlar, hem sayılarının hem de güçlerinin azlığını kabul ederek kuytu arazi oyuklarında ve ağaç tepelerinde, aleni bir şekilde kaçak olarak yaşıyorlardı. Büyük okyanuslardaki canavarlar, denizlerin önü alınmamış efendileriydiler.

      Buradaki, bu ıssız denizdeki dev kertenkeleler benim için yeni olmasına rağmen, yine de kendi savaş bilgimi onların vahşi güç ve cesaretlerine karşı yarıştırmak keyifliydi. İlk insanlar büyük denizlere açıldıkları günden beri, canavarlara karşı umutsuzca karşı koyarak savaş yeteneklerini geliştirmişlerdi. Bir korkak gibi ambarda saklanmanın bir faydası yoktu; çünkü eğer bu düşman tıkınmak için güvertenin üstünde kimseyi bulamazsa, yüzgeçleriyle gemiyi parçalar ve böylece herkesi öldürebilirdi. Bu yüzden ne kadar umutsuzca olursa olsun savaşa devam etmek gerektiği ve ancak canavarlar avlarını alarak tatmin olmuş bir halde uzaklaşıp gittikleri zaman buna son verilebileceği herkesçe kabul ediliyordu.

      Ben de aynı şekilde, kendimi tek taraflı bir iç çatışma içinde buldum ve kas gücümü harekete geçirmemin verdiği keyfi bir kere daha hissettim. Fakat baltamla indirdiğim düzinelerce güçlü darbenin ardından onlara verebildiğim tüm zarar, ancak bir şehrin surlarına ya da belki Gizemler Gemisi’nin kendisine verilebilecek bir zarar kadardı; ben de bir mızrak buluncaya kadar etrafımı araştırdım ve onu bulmak, oyunun seyrini tamamen değiştirdi.

      Bu kertenkelelerin gözleri küçüktü ve kemikli, derin oyuklara yerleştirilmişti. Öyle olunca ben de gözlerinin zayıf noktaları olduğuna karar verdim ve saldırılarımı canavarın gözlerine yönelttim. Güverte, canavarlardan akan iğrenç, sümüksü maddelerden dolayı kayganlaşmıştı. Mürettebat var gücüyle savaşıyor ve dahası, kaptan Tob’un tehditleri nedeniyle kendilerini önüme siper ediyorlardı. Fakat ben, mızrağımla onları birkaç kere sertçe dürtükleyerek kendi irademin çiğnenmesini istemediğimi gösterdim ve o zaman, önümde manevra için bana yer açıldı.

      Kendimi kasten kertenkelelerden birinin görüş alanına soktum ve vücudumu onun saldırısına sundum. Meydan okumam kabul edildi. Yaratık, düşen bir kaya gibi hızla üzerime saldırdı ve dönüp mızrağımı onun sulanmış gözüne sapladım.

      O an, mızrağı tam hedefe saplamanın benim için içgüdüsel bir beceri haline gelecek kadar iyi eğitilmiş olduğum için Tanrılar’a şükrettim. Mızrağın ucu, canavarın tam gözüne saplanarak sıkıştı ve sap kısmı kırılıp elimde kaldı. Kör olan canavar böğürerek geri çekildi ve acı içinde, yüzgeçleriyle denizi dövmeye başladı. Onun büyük bir köpük dalgasının ortasında, uzun boynunu arkaya doğru bükerek (gözündeki mızrakla birlikte) başını sırtına sürtmeye çalıştığını gördüm, böylece acısı daha da artsa da mızrağı yerinden oynatamadı. Ardından, bunun boşuna bir çaba olduğunu anlayarak olağanüstü bir hızla gelmiş olduğu yere doğru uzaklaştı ve süratle ufka doğru küçülüp gözden kayboldu.

      Erkek ve diğer dişi kertenkele de bizi terk etmişti, ama onların gidişi aynı sebepten değildi. Kendimi azimli bir şekilde tehlikeye attığımı gören Kaptan Tob, diğer ikisinin çenelerinin arasına kasıtlı olarak birer denizci sıkıştırmış ve onların doymasını sağlayarak gitmelerini mümkün kılmıştı. Tob’un benim başıma bir şey gelmesi halinde kendi canından olmaktan çok korktuğu açıktı ve Tatho’nun, benim güvenliğim için duyduğu nazik endişe yüzünden savurduğu tehditleri düşünmek içimi ısıttı. Eski dostların bu küçük detayları ihmal etmemesi hoş bir şeydi.

      Üçüncü Bölüm

      RAKIP BIR DONANMA

      Artık Atlantis’in kıyılarına yaklaşmıştık. Tob, her ne kadar modern aletlerinin yardımıyla, karayı muhteşem bir maharet ve isabetle bulmuş olsa da başkent büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfeze gelene kadar rotamızı izlemeye devam ederek daha on günlük bir yolculuk yapmamız gerekiyordu.

      Karanın görüntüsü ve esintinin oradan bize doğru getirdiği toprak ve yeşillik kokusu, inanıyorum ki Tanrılar’ın emriyle, hepimizin hayatını kurtarmaya yarayan vesilelerdi. Çünkü okyanus aşırı uzun yolculuklarda, kaçınılmaz olarak gemilerimizdeki tayfaların bir çoğu ölmüştü ve bir kısmı da doğal olmayan çalkantı yüzünden iskorbüt hastalığına yakalanmış ya da (bazılarında olduğu gibi) gemideki doğal olmayan gıdaların ayrılmaz parçası olan tuzdan dolayı hastalanmışlardı. Fakat çaresiz kütükler gibi kamçı darbeleri altında bile hareket edemeyen bu sonuncu gruptakiler, karanın görüntüsü ve kokusuyla olağanüstü bir şekilde canlanmışlar, tekrar gemi işlerine yardım edebilecek ve (yeri geldiğinde) hem hayatları hem de gemileri için cesurca savaşacak kadar canlanmışlardı.

      Yucatan’da görevden azledildiğim andan bu yana, Tatho’nun verdiği güvencelere rağmen Atlantis’te ne şekilde karşılanacağım konusunda şüphelerim vardı. Fakat yüzleşeceğim bu olay için endişe etmeyecektim, çünkü bu Tanrılar’ın elindeydi. İmparatoriçe

Скачать книгу