Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne страница 13
Adam yaltaklanarak yerlere kadar eğildi. “Efendimin en naçiz hizmetkârlarından biriyim,” dedi. “Ve efendimin kadırgasına limanda tayin edilen palamar yerine kadar kılavuzluk etmek, benim için çok büyük bir şeref olacak.”
Tekne ileri doğru hareketlendi ve bizim kadırganın köleleri, bir ritim içinde tekrar küreklere asıldılar. Tob, dümendeki adamları yönlendirdiği yerden yavan bir gülümsemeyle beni izliyordu.
“Ee,” dedim, aklındakini merak ederek, “ne var?”
“Düşünüyorum da,” dedi Tob, “Efendi Deukalion karaya çıktığı zaman, tüm bu zarif asaletin arasında beni çok kaba bir adam olarak hatırlayacaktır.”
“Sakın bunu düşünme,” dedim, “yok öyle bir şey.”
“O halde ben de sana inceliğimi kanıtlamalı ve seninle çelişmemeliyim,” dedi. Elimi kocaman, sert yumruğunun içine alıp sıktı. “Tanrılar’ın yardımıyla Deukalion, sen büyük bir bey olabilirsin ama ben seni bir insan olarak tanıyorum. Dünya üzerinde hem canavarlarla hem de insanlarla savaşan en iyi dövüşçüsün ve seni bunun için seviyorum. O kertenkeleye mızrağı saplayışın var ya! Tavernalardaki şarkıcılar bunun için ilahiler yazacaklar.”
Hızlı bir şekilde limana girdik; giriş kalesindeki askerler, aralarından geçerken karşılama trompetlerini çaldılar. Liman kaptanı, kendi teknesinin direğinin tepesine, karşılama için önceden temin edilmiş olduğu anlaşılan, benim sancağımı çekti ve o anda limanın geniş havzasındaki rıhtımlardan bize doğru müzisyenlerin sesleri gelmeye, güneş ışığı altında oynaşan karşılama ateşlerinin solgun parıltıları yayılmaya başladı. Bir Atlantis İmparatoriçesi’nin geri dönen herhangi birine böylesine ilgi göstermesine neden olacak kadar büyük bir sıkıntı içinde olduğunu düşünmek, beni neredeyse dehşete düşürdü.
Hiçbir şeyin yarım bırakılmadığı çok açıktı. Liman kaptanının teknesi bize önderlik etti ve bizim de onu takip etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Kadırgamız, kraliyet iskelesinin yanına çekilerek kutsal hükümdar sarayının altından yapılmış kazıkları ve halkalarına palamarla bağlandı.
“Eğer Dason böyle bir ağırlama öngörebilseydi,” dedi Tob, dehşet verici bir alayla, “iskele babasına sıkıca bağlanmak için sıradan bir kendir halat yerine eminim gemisinde ipek palamar bulundururdu. Eğer güneş, onun suratını kavurup sertleştirmemiş olsaydı eminim şu anda kaşları çatılmış olurdu. Efendi Deukalion, acaba bu sıradan geminin üzerinde dikkatli adımlarla güzel bir şekilde yürüyerek rıhtımın çevresine senin için yaydıkları zarif halıya geçebilir misin?”
Liman kaptanı, Tob’un bu kaba şakalarını duyarak korku dolu bir yüzle ona baktı ve ben hafif bir iç geçirerek kolonilerdeki özgürlüğün burada, Atlantis’te yeri olmadığını hatırladım. Bir kere daha rütbemin tüm haysiyetiyle kendime iyice çekidüzen vermeli, o büyük ve muhteşem törenin formalitelerini yerine getirmeye hazır olmalıydım.
Fakat bu formaliteler nasıl olursa olsun, kendine saygısı olan bir adam kendi şahsiyetini de korumalıydı ve İmparatoriçe lütfedip gelene kadar, benim altına sığınmam için özel olarak oraya ddikilen kırmızı bezden, büyük bir çadıra girmeye razı olmama rağmen hoşgörüm orada sona erdi. Sıra yine giysilerime gelmişti. Beni çadıra sokan muhteşem giyimli üç saray teşrifatçısı, beni de kendileri gibi süslü bir papağana dönüştürmek için akla gelebilecek her türlü süslemelerle bezenmiş bir dizi değişik giysiyi önüme serdiler.
Ters bir şekilde kıyafetimi değiştirmeyi reddettim ve içlerinden biri kem küm ederek İmparatoriçe’nin zevklerinden söz ettiğinde, ona bu önemsiz konu hakkında majestelerinden kesin bir emir alıp almadıklarını sordum.
Tabii ki, hiç böyle bir emir almadıklarını itiraf etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine adamlara sertçe çıkışarak Phorenice’in, Deukalion’un, bir erkek olarak kendisine katılmasını emrettiğini ve dış görünüşüyle ilgili zevkinden hiç söz etmediğini söyledim.
“Bu kıyafet,” dedim, “benim mizacıma gayet iyi uyuyor. Naçiz bedenimi sıcaktan ve rüzgârdan koruyor, ayrıca da temiz. Bana öyle geliyor ki beyler,” diye ekledim, “sizin bu müdahaleniz, biraz terbiyesizlik kokuyor.”
Teşrifatçıların üçü de tek bir hareketle kılıçlarını çekerek kabzalarını bana doğru uzattılar.
Sözcüleri, “Eğer yüce Efendi Deukalion, bizi daha sonra işkencecilere teslim etmek yerine intikamını şimdiden alırsa bize iyilik etmiş olur,” dedi.
“Of,” dedim, “konu kapanmıştır. Küçük bir şeyi amma da büyüttünüz.”
Bununla birlikte, onların bu hareketi bende biraz aydınlanma yarattı. Bana kılıçlarını sunarken çok samimiydiler ve bu durum, şimdiki Atlantis’in benim bildiğim Atlantis’ten daha farklı olduğunu ve bir adamın yalnızca bir elbisenin değişik olması yüzünden işkence görmekten korktuğu bir yer haline geldiğini bana fark ettirdi.
Çadırda bir banyo vardı ve her ne kadar suyun içine canlandırıcı etkisinin yarısını yok eden bir miktar koku katılmış olsa da ben memnuniyetle bunun keyfini çıkardım, sonra görünüşte tüm soğukkanlılığımla ve sükûnetle beklemeye başladım. Teşrifatçılar benim sükûnetimi bozmayacak kadar iyi yetiştirilmişlerdi ve ben de havadan sudan konuşmaya tenezzül etmedim. Böylece Güneş Tanrımız çadırın kırmızı çatısına yoğun bir şekilde vururken, yüksek sesle çalınan müzik ve rıhtıma bakan taş döşeli büyük meydandan yayılan karşılama ateşlerinin kokusuyla birlikte ben oturur halde onlar da ayakta, dördümüz orada öylece bekledik.
Seçkinlerin, itibar kazanmak için her zaman kendilerinden daha alt seviyede olanları keyifleri gelene kadar bekletmeleri gerektiği söylenir; ama ben, şahsen bu taktiği her zaman saçma ve tenezzül etmeyeceğim bir şey olarak gördüğümü söylemeliyim. Phorenice’in de bu görüşte olduğu anlaşılıyordu, çünkü (daha sonra kendisinin de bana söylediği gibi) Tob’un kadırgasının gövdesini kraliyet iskelesinin mermerlerine yanaştırdığı haberi kendisine verilir verilmez, hemen o anda saraydan çıkmak üzere harekete geçmişti. Muhteşem tören alayı çoktan sıraya dizilmiş ve süslerle bezenmiş halde, en önemli övünç kaynağını bekliyordu; İmparatoriçe atına biner binmez trompetler emri verdi ve yürüyüş başladı.
Çadırın kapı girişinde otururken, bu büyük kalabalığın başını oluşturan askerlerin evlerin bittiği geniş caddeden ortaya çıkarak geldiklerini gördüm. Beni selamlamak için doğruca bana doğru yürüdüler ve sonra meydanın uzak tarafına giderek orada sıralandılar. Sonra Denizciler Loncası ve ardından daha fazla asker gelerek sırayla saygılarını sundular ve başkalarına yer açmak için ilerlediler. Bunları takiben tüccarlar, tabakhaneciler, mızrak imalatçıları ve törene uygun olsun diye özellikle abartılı giyinmiş (ya da bana öyle geldi) diğer tüm bilindik loncalar önümden geçtiler, bunların çoğu yaya yürürken bazıları da gururla onlara bu aşağılayıcı taşıma hizmetini vermek için ehlileştirdikleri yaratıkların üstünde geçtiler.
Lakin o anda, tüm bu göz kamaştırıcı manzaranın en şaşırtıcı iki harikası çıkageldi. Evlerin gölgeleri arasından dev bir boğa mamutunu aratmayacak