Kore Masalları. William Elliot Griffis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kore Masalları - William Elliot Griffis страница 4
Ama onu nerede bulacaklarını bilmiyorlarmış. Bu yüzden kibarlıklarını göstermek için başlarını eğip patilerini uzatmışlar ve uzunca bir süre bu meseleyi çözmek için beklemişler.
Sonra bir ses duymuşlar: ‘Bolca sarımsak yiyip yirmi bir gün boyunca bir mağarada yaşayın. Bunu yaptığınız takdirde insan olacaksınız.’
Bunun üzerine karanlık bir mağaraya gidip sarımsak yemişler ve uykuya dalmışlar.
Mağara soğuk ve kasvetliymiş, yiyecek ya da avlayacak hiçbir şey yokmuş. Bu durum kaplanı çok yormuş. Her gün suratını asarak, şikâyet edip duruyor ve arkadaşına pek kaba davranıyormuş. Ama ayı, kaplanın bütün hakaretlerine katlanıyormuş.
Nihayet on birinci gün gelip çattığı halde çizgilerinin, tüylerinin, pençeleri ve kuyruğunun yerli yerinde durduğunu gören ve elleri ya da ayaklarında insan parmağı çıkacağına dair hiç umudu olmayan kaplan, insan olmaya çalışmaktan vazgeçmeye karar vermiş. Mağaradan dışarı fırlayıp avlanmak için ormanlara gitmiş ve böylelikle eski hayatına geri dönmüş.
Fakat sabırla patilerini emmekte olan ayı, yirmi bir gün tamamlanana kadar beklemiş. Sonra tüylü kürkü ile pençeleri birden üzerinden dökülüvermiş. Burnu ve kulakları bir anda kısalmış. Üstelik ayı, insanlar gibi ayakta durabiliyormuş. Mükemmel bir kadına dönüşmüş.
Sonra mağaradan dışarı çıkıp bir dere kenarına oturmuş. Su yüzeyinde yüzünün yansımasını ve ne kadar güzel olduğunu görmüş. Şimdi ne olacak diye beklemeye koyulmuş.
Bütün bunların yaşandığı sırada göklerde de ilginç şeyler yaşanıyormuş. Göklerin Ulu Efendisi’nin oğlu Whanung, babasından dünyada bir krallık istemiş. Bu istekten pek memnun kalan Göklerin Efendisi, oğluna Ejderin Sırtı Ülkesi’ni yani Kore’yi vermeyi uygun bulmuş.
Herkes bilir ki ülkemiz, yani Ebedi Şafak Ülkesi, yaratılışın ilk sabahında denizden bir ejder şeklinde yükselmişti. Omurgası, beli ve kuyruğu, güzel ülkemizin sırtını oluşturan büyük dağ sırasıdır. Başı ise kuzeydeki sonsuz Beyaz Dağ şeklinde göğe yükselir. Kar ve buzla kaplı zirvesinde tertemiz bir mavi göl vardır. Sınırımızı oluşturan nehirler işte bu gölden çıkar.”
“Bu gölün adı ne?” diye sordu Yongi.
“Ejderha Havuzu,” diye cevap verdi Büyükanne Kim. “Uzun zaman önce bir gece ejderha öyle şiddetli ve uzun bir nefes üflemiş ki, gökler bulutlarla dolmuş. İşte Göklerin Yüce Efendisi, oğlunun dünyaya inişi için bu şekilde hazırlık yapıyormuş.
İnsanlar deprem oldu sanmışlar ama sabah uyanıp Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’a bakınca, göklerde bulutların yükseldiğini görmüşler. Bulut, parlak güneş ışığıyla pembe, kızıl ve sarıya boyanmış. Doğunun gökleri öyle güzel gözüküyormuş ki! İşte ülkemiz ismini böylece almış: Sabah Işığı Ülkesi.
Göklerin Kutsal Prensi Whanung, rengârenk bulutundan dağ tepesine inmiş, sonra yer yüzüne ayak basmış. Büyük ormana girince dere kenarında oturan güzel bir kadın görmüş. Bu, aslında çok güzel bir kadına dönüşmüş olan dişi ayının ta kendisiymiş.
Göklerin Prensi bu işe pek sevinmiş. O kadınla evlenmiş ve kısa bir süre sonra çocukları olmuş.
Annesi, bebeği için yumuşak yosundan bir beşik yapmış ve çocuğunu ormanda büyütmüş.
O günlerde dağ eteğinde yaşayan insanlar pek kaba ve görgüsüzmüş. Şapka takmazlarmış, beyaz elbiseleri de yokmuş. Kulübelerde yaşar ve evlerini nasıl ısıtacaklarını bilmezlermiş. Okumayı yazmayı da bilmiyorlarmış. Ping Yang eyaletinde Tabak adlı küçük bir dağ varmış. İşte bu dağ üzerinde yer alan bir sandalağacının dibi, onların kutsal yeriymiş.
Ejderha Havuzu’ndan yükselen rengârenk bulutu görmüşler. Bulut güney yönünde ilerliyor ve onlara doğru yaklaşıyormuş. Sonunda kutsal sandalağacı üzerinde durmuş. Üzerinden beyaz kaftanlı biri inmiş.
Ah, bu peri mavi gökyüzünde ne de hoş gözüküyormuş! Ne var ki ağaç pek uzaktaymış, oraya varmak için uzun bir yol gitmek gerekiyormuş.
‘Haydi, kutsal ağaca gidelim,’ demiş insanların lideri. Böylelikle, tepeyi ve vadiyi aşıp kutsal yere ulaşmışlar. Ağacın etrafını sarmışlar.
Çok hoş bir manzara varmış karşılarında. Ağacın altında prenslere has bir kıyafetle çok yakışıklı bir delikanlı oturmaktaymış. Genç yüzüne rağmen delikanlının soylu ve ihtişamlı bir tavrı varmış. Gençliğine rağmen bilge ve saygıdeğermiş.
‘Evlatlarım! Göklerdeki atalarım sizi yönetmem için gönderdi beni,’ demiş herkese merhametli gözlerle bakarak.
İnsanlar hemen diz çöküp saygıyla eğilmiş ve şöyle haykırmışlar: ‘Siz bizim kralımızsınız. Sizin hükümdarlığınızı tanıyor ve size sadakatle itaat edeceğimizi ilan ediyoruz.’
İnsanlar, krallarının ne söyleyeceğini merak ediyormuş. Bunu anlayan Kral, onlara pek çok şey öğretmiş ve kurallar koymuş. Mesela, evlerini nasıl düzenlemeleri gerektiğini göstermiş. Ayrıca hikâyeler anlatmış. İlk olarak halkına niçin ayının iyi ve kaplanın kötü olduğunu açıklamış.
İnsanlar, krallarının bilgeliğine hayran kalmış. O günden sonra kaplandan nefret etmişler, ayıyı ise çok sevmişler.
‘Ona uygun şekilde hitap edebilmemiz için kralımıza bir isim vermemiz gerek. Hangi ismi seçmeliyiz?’ diye sormuşlar yaşlılara. ‘Onu ilk defa kutsal ağacımızın altında gördüğümüze göre unvanı Soylu ve Saygıdeğer Sandalağacı olsun.’ Bunun üzerine krallarını bu isimle selamlamışlar. O da kendisine verilen şerefli unvanı kabul etmiş.
İnsanların kaba ve bakımsız olduklarını gören Prens Sandalağacı, onlara saçlarını nasıl toplayacaklarını göstermiş. Erkeklerin uzun saçlarını topuz yapmalarını emretmiş. Erkek çocuklarının ise saçlarının örülmesi gerekiyormuş. Hiçbir delikanlı, evlenmedikçe erkek sayılamazmış. Sadece evli erkekler saçlarını topuz yapıp şapka takabilir ve uzun beyaz kaftan giyebilirmiş.
Kadınlara gelince onlar da saçlarını örgü yapıp boyun hizasında toplamalıymış. Düğün ve benzeri önemli törenler haricinde bu kural geçerliymiş. Ama özel günlerde saçlarını bir pagoda gibi tepelerine yığıp uzun saç tokaları, mücevherler, ipek ve çiçekler kullanabilirlermiş.
İşte böylece Kore medeniyeti başlamış. Kralımızın koyduğu şapka ve saç kuralı, bugün bile bizi diğer halklardan ayırıyor,” dedi Büyükanne. “Hâlâ Soylu ve Saygıdeğer Prens Sandalağacı’nı anıyoruz. Haydi, artık uyku vakti. İyi geceler, yavrularım.”
Tavşanın Gözleri
Balıkların denizler altındaki dünyasında bir sorun vardı. Yüzgeçleri ve kuyruğu olan her balık üzüntü içindeydi çünkü krallarının ağzı feci şekilde acıyordu. Kral’ı bu hale getiren olay işte şöyle olmuştu:
Günlerden