Kore Masalları. William Elliot Griffis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kore Masalları - William Elliot Griffis страница 7
Fancha ve Saksağan
Bin yıl evvel, Kore’nin kuzeyinde, Tatarların soğuk ve bozkır ülkesinde ün salmış bir kabile yaşardı. Bu kabilenin erkekleri saçlarını uzatıp örer ama başlarının ön kısmını kazıtırlardı. Bu halkın adı Mançular idi.
Mançular, bebeklikten itibaren at binmeyi öğrenirdi. Zamanla çok cesur atçılar ve savaşçılar haline gelmişlerdi. Dağlara kurulmuş ülkelerinden âdeta bulutlar gibi binlerce atlı olarak çıkıp daha sıcak ve zengin bölgelere akın ediyorlardı. Müthiş ok ve yayları, kılıç ve kalkanları vardı. Yüzlerce savaş kazandılar. Sonunda diğer pek çok kabile de onlara katıldı. Büyük Çin ülkesini ele geçirip Kore’yi işgal ettiler.
Ne var ki Mançular, çölde dolaşan göçebe kabilelerden ibaret oldukları sürece yoksul yaşamaya mahkûmdu. Çimenli ovalar ve ormanların sunduğu yiyeceklerle yaşıyorlardı. Mesela fındık, fıstık, bazı otlar, kısrak sütü ve koyun eti yiyorlardı. Giysilerini koyunlarının yününden yapıyorlardı. Bir tek kuvvetlerinden gurur duyarlardı ve atalarının kim olduğunu asla sormazlardı.
Fakat Çin gibi zenginliğiyle meşhur devasa bir ülkenin yöneticileri olduklarında işler çok farklı olmuştu. Bu ülkenin kitapları, yazısı ve binlerce yıllık bir tarihi vardı. Zarif Çinli beyefendiler ve soylular, ülkelerini ele geçiren fatihlere “at suratlı Tatarlar” diyerek onları hor görüyorlardı. Tatarlar zamanla yıkanıp koku sürünmeyi, yeşim taşı ile çay ve porselen gibi Çinlilere has şeyleri kullanmayı öğrendiler.
Çölden çıkıp gelmiş bu insanlar artık tahtlarda oturup başlarına taç takıyor ve mücevherlerle süslü ipek kaftanlar ile kadife ayakkabılar giyiyorlardı. Nihayet, atalarının kim olduğunu ve nereden geldiklerini merak etmeye başladılar.
Böylesi güçlü bir ailenin atalarının bir zamanlar uzak çöllerde çam kozalakları ve at eti, kimi zaman da koyun eti yiyerek ve tatlı niyetine ise kısrak sütü içerek yaşadığına, koyun yününden giysiler giyip ahır hizmetçileri gibi atlarla ilgilendiklerine inanmak olmazdı.
Hayır! Yönettikleri ve itaat altına aldıkları halk, artık Pekin’de yaşayan ve Korelilere kabadayılık eden soyluların bir zamanlar seyislik yapıp at kestiklerini, üstelik evlerde değil yırtık pırtık çadırlarda yaşadıklarını bilseydi, büyük gürültü koparmaları işten bile olmazdı. Koreliler ve Çinliler sözlerini dinlemeyip isyan çıkarabilirdi. Hatta Tatarların onları takmaya mecbur kıldığı domuz kuyruklarını kesip Avrupa ve Amerika’daki erkekler gibi saçlarını kesebilirlerdi. Bu beyaz suratlı ve sakallı yabancılara “Güneyli Barbarlar” diyorlardı; çünkü gemileri Hindistan üzerinden güneyden gelmişti.
“Çinliler ile Korelilerin önemli kişiler olduğumuzu düşünmeleri için ne yapacağız?” diye sordu Çin İmparatoru bilge adamlarına.
Divanda ilk önce gençlerin fikrini sormak âdetti. En yaşlı ve bilge divan üyeleri ise en son konuşurdu. Uzunca bir süre meseleyi görüştüler. Nihayet bir aksakallı, gözlüklerini çıkarıp fikrini belirtti. Burnunun üstünde boynuzdan yapılma yeşil bir gözlük vardı. Diğer insanların taktığından çok daha büyük bir gözlüktü. Bu gözlükler sayesinde geçmişte ve gelecekte diğer insanlardan çok daha uzakları görebiliyordu. Zira bir adamın gözlükleri ne kadar büyükse, bilgisi de o kadar büyük sayılırdı. İşte içi doldurulmuş bir baykuş kadar bilge gözüken yaşlı ve şişman adam, kendinden genç diğer danışmanların ardından en son söz almıştı. Kocaman yeşil gözlükleri nedeniyle arkasından konuşanlar ondan Yeşil Lamba diye bahsederlerdi.
Kore ve Çin’de biriyle konuşurken gözlüklerinizi burnunuzda tutmak ayıp karşılanır. Bu yüzden gözlüklerini çıkaran Yeşil Lamba diz çöktü. Ardından yere kapandı. Hükümdara saygı göstermek için yapılan bu hareket, dokuz kez alnınızı yere değdirmenizle tamamlanırdı. Yeşil Lamba, bunu yapayım derken az daha katılaşmış boynunu kıracaktı. Ardından, Göklerin Oğlu unvanını taşıyan İmparator’a hitap etti:
“Efendimiz, atalarımızın sıradan insanlar gibi doğmadığını, tam tersine göklerden indiklerini göstermediğimiz takdirde halk bize saygı göstermeyecektir. Neredeyse yüz on yedi yaşında ihtiyar bir kadın var. Göklerden inen atalarımızı anlatır çocuklara. Onu huzurunuza çağırayım mı?”
“İsmi nedir?” diye sordu Majesteleri.
“Buruşuk Hanım derler adına, ey Göklerin Oğlu,” diye cevap verdi Yeşil Lamba.
“Hemen huzuruma çağır onu,” dedi İmparator, nilüfer işlemeli asasını savurarak.
Bizim Yeşil Lamba pek kurnaz bir ihtiyardı. İmparator’un nazarında daha da yükselmek istiyordu. Bu yüzden yaşlı kadını sarayın bir başka odasında bekletmekteydi. Hemen gidip onu İmparator’un huzuruna çıkardı. Kadın, uzun yıllardır çocukları eğlendirmek için anlattığı hikâyesine başlamaya hazırdı. Dışarıda rüzgârın uğuldadığı ve her yerin karla kaplı olduğu uzun kış gecelerinde bütün aile ateş başına toplanırdı. İşte o zamanlar onun büyükannesi de aynı hikâyeyi anlatırdı. Bir zamanlar Buruşuk Hanım, gül yanaklı genç bir kızdı ama şimdi Pekin’de yaşayan en yaşlı Tatar olmuştu.
Genç kadınlar, yüzü buruş buruş olduğu için ona Buruşuk Hanım diyorlardı. Bir keresinde ihtiyar kadın hikâyesine başlayınca hınzır bir kız, kadıncağızın yüzündeki kırışıklıklar ile çizgileri saymaya koyuldu. Yetmiş dörde gelince ise durdu. Her yaş için bir çizgi olabileceği aklına gelmişti ve her nedense 177 sayısı uğursuz kabul ediliyordu.
Buruşuk Hanım topallayarak içeri girdi. Zaten yılların ağırlığıyla iki büklüm olduğundan saygısını göstermek için eğilmeye kalktığında saray nazırı, katı boynunu eğip dokuz kez yere kapanmasına gerek olmadığını söyledi. Yere kapanırsa bir daha ayağa kalkamayacağından korkuyorlardı. Bu yüzden hikâyesini oturarak anlatmasına izin verdiler.
Konfüçyüs’ten beri şairler ile âlimlerin ve edebiyatçı kadın ve erkeklerin işleyip zenginleştirdiği cilalı Çince dilinde değil, düz Tatarca yani Mançuca konuşuyordu kadın. Ama genel anlatım tarzı oldukça hoştu. İhtiyar kadın, heyecanla ve hoş mimiklerle hikâyesini anlatırken, dinleyenlerin gözleri parlıyordu. İmparator’un Ejder Çehre denen yüzünden memnuniyeti okunuyordu.
Hikâye şöyleydi:
Kore’yi Mançurya’dan ayıran Ebedi Beyaz Dağlar’ın öteki tarafında Göller Ülkesi vardır. Masmavi gökyüzü ve karlarla örtülü dağlar tüm ihtişamıyla tıpkı bir ayna gibi olan bu göllerden birine yansıyordu. Geceleri bu dalgasız ayna, mücevherlerle süslenirdi. Kristal berraklığındaki su ile güneşin doğuşu ve batışı sırasında oluşan güzel renklerinin ünü göklere kadar ulaşmıştı. Gökyüzündeki saraylarda yaşamakta olan üç bakire kız vardı. İşte bu kızlar aşağı inip bu güzel nehrin sularında yıkanmak istiyorlardı.
Göklerin Efendisi dünyaya inmelerine izin verince periler gibi sevindiler. Kendi güzel yüzlerini göl suyunda görmekten hiç sıkılmıyorlardı. Sabahları