Taras Bulba. Николай Гоголь
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Taras Bulba - Николай Гоголь страница 6
Bu gürültüden sonra Andre yeniden bu evin etrafında tekrar dolaşmanın tehlikeli olduğuna hükmetti. Çünkü evde uşaklar çoktu. Voyvodanın kızını Katolik kilisesinde bir kere daha gördü. Kız onu tanıdı ve eski bir tanıdık gibi ona gülümsedi, bir kere de sokakta tesadüf etti, ondan sonra hiç görmedi.
Voyvoda şüphesiz şehirden gitmişti. Kızı gözünden kaybettikten sonra onun hatırası Andre’nin yüreğini çarptırıyordu. Kızın penceresinin önünden geçtiği zaman, çok sevimsiz kaba bir simadan başka bir şey görmemişti.
Andre böylece gözlerini atının yelesine dikmiş, düşünüyor ve bir şey görmüyordu. Hâlbuki kendisiyle arkadaşlarını çağıran yeşillik içindeki steplerde hayli ilerlemişlerdi. Süvariler âdeta yüksek otların içinde kayboluyorlardı. Yeşilliklerin üstünde yalnız Kazakların kara kalpakları görülüyordu.
Bulba birdenbire haykırdı:
“Hey yiğitlerim! Papazlar gibi sakin duruyorsunuz. Haydi çocuklarım, düşünceyi bırakınız. Pipolarınızı çekmeye başlayınız. Hayvanları mahmuzlayınız. Bakalım kuşlar bize yetişebilecekler mi!”
Beygirin dizginleri üzerine eğilen üç Kazak, çok geçmeden yüksek otlar içinde kaybolmuşlar, hatta siyah kalpaklarını da kaybetmişlerdi. Çiğnenip yere yatmış olan otlar onların geçtikleri yolu gösteriyordu.
Gökyüzünde yükselen güneş, çoktan beri stepleri, hayat veren ziyasına boğmuştu. Baba ile iki oğlunun ruhunu sıkan bütün hisler gitmiş ve kuşlar gibi yürekleri, ilerlemekten başka bir şey düşünmez olmuştu. O devirde Kazakların geçtikleri bu memleket -ki bugün Yeni Rusya denilir- Karadeniz kıyılarına kadar imtidat ederdi.15 Burası yeşillikle örtülmüş geniş bir çölden başka bir şey değildi. İleri gidildikçe manzara güzelleşiyordu. Sapan demiriyle hiç sürülmemiş olan bu nihayetsiz ova yalnız at nallarıyla çiğnenmişti. Atların ayak izleri balta girmemiş bir ormanda olduğu gibi kaybolup gidiyordu.
Tabiatta hiçbir şey, bu yeşillikler deryasına kıyas edilemezdi. Burada otların narin sapları arasında sayısız çiçekler açılmıştı: Mavi menekşe ve erguvani çan çiçekleri kalın bir bulut teşkil ediyor; bütün çiçekleri açılmış olan sarı katırtırnakları, ehramlar vücuda getiriyor; beyaz yonca kümeleri, yer yer parlak noktalar hasıl ediyor; aynı zamanda kim bilir nereden gelen buğdaylar burada başaklanmışlar, gölgelerinde boynunu uzatmış bıldırcınlar dolaşıyordu. Binlerce kuşun cıvıltısı, kanatlarını açmış çaylakların ve gözleriyle boşlukları arayarak uzaklardaki bir gölden gelmiş yaban ördeklerinin sesleri diğer kuşların sesleriyle karışıyor; bazı kere bir step martısı kanatlarını ağır ağır çarparak sanki semanın mavilikleri içinde ağır ağır yüzüyordu. Biraz sonra uzaklaşıyor, havada siyah bir nokta gibi kalıyor, sonra dönüyor ve ansızın şimşek gibi beyazlığı göze çarpıyordu.
Oh! Stepler, ne kadar güzelsiniz!
Yolcular yemek için kısa bir zaman ayırmışlardı. Maiyetlerindeki on Kazak, rakı dolu mataralarını, tabak yerini tutan kabaklarını çıkarıyorlar, domuz yağı ile ekmek yiyorlardı. Bazı kere de ekmek yerine yedikleri adi galetalardı. Bu yemek yalnız bir küçük bardak rakı ile yeniyordu. Çünkü baba, yolda giderken sarhoş olmalarını istemiyordu. Bu kısa yemek bittikten sonra tekrar beygirlere atlanılıyor ve güneş batıncaya kadar bazen dörtnala, bazen de tırıs olarak yola devam ediliyordu.
Bu saatte stebin manzarası büsbütün değişiyor; güneş son hüzmelerde ovayı bin türlü renklerde parlatıyordu. Çayırların yeşilliği daha derinleşiyor, üzerinde geçici gölgeler dolaşıyor; güneş ufka doğru gömüldükçe her renk esmerleşiyordu. O zaman yerden bir koku geliyor; çiçeklerin ve en küçük otların kokuları iki kat oluyor ve bütün ovayı güzel kokulara gark ediyor. Gayet güzel koyu bir maviye boyanan gökyüzünün açık maviliği üzerinde, devasa, bir sanatkâr eliyle boyanmış gibi yaldızlı, gül renginde geniş kuşaklar görünüyor, ötede beride hafif, şeffaf, parça parça bulutlar, semada beyaz lekeler vücuda getiriyordu.
Kokulu, hafif bir rüzgâr, yüzleri hissolunur hissolunmaz derecede hafif hafif okşuyor ve otların tepelerini hafif hafif dalgalandırıyor; bütün gün ovayı dolduran cıvıltılar kesiliyor. Onların yerine başka gürültüler duyuluyor: Tüyleri benekli jerbuazlar kovuklarından çıkmışlar, uzun arka ayaklarına dikilerek hafif ıslıklar çalıyorlar; ağustos böcekleri daha ahenkli sesleriyle havayı dolduruyorlardı. Göze görünmeyen bir bataklığın kenarında toplanmış yabani kuğular gümüş sesi gibi seslerini işittiriyorlardı.
Süvariler ovanın ortasında durmuşlar, geceyi nerede geçireceklerini tayin için araziyi tetkik ediyorlar, geceleyin yatacakları bir yer arıyorlardı. Ateş yakılıyor, üzerine bir tencere konuluyor, tencerede lapa pişiriliyor, tencerenin dumanları kıvrıla kıvrıla havaya dağılıyordu.
Yemek bitince hepsi mantolarının üzerine uzandılar. Bu sırada kösteklenmiş beygirler çayırda otluyorlardı. Yıldızların altında yatan adamlar, otlardan yükselen iniltileri, hışırtıları, ıslıkları duyuyorlardı. Bütün bu sesleri gece esen meltemler bastırıyor ve onları uykuya sürükleyen bir ninni tesiri yapıyordu. Eğer bunlardan biri gece kalkmış olsaydı ovanın ateş böcekleriyle ışıldadığını görür, hayran olurdu. Bazı kere ufuk, yangını andıran bir kızıllıkla örtülüyordu. Bu kızıllıklar bazı münferit yamaçlarda yakılan sazların aleviydi, kuğular kuzeye doğru uçtukları zaman bu alevin üzerinden geçiyor, kızıl bir renk alıyordu. Bunlar, karanlık boşluklarda sallanan kanlı çevreleri andırıyordu.
Hiçbir sergüzeşt,16 hiçbir hadise seyahatin yek-ahenkliğini bozmuyordu. Daima aynı ağaçsız yol, aynı muhteşem ve nihayetsiz ova devam edip gidiyordu. Yalnız bazı kere Dinyeper kıyılarına uzanan ormanların mavimtırak çizgileri görünüp kayboluyordu…
Nihayet bir gün Taras oğullarına ovada yerini değiştiren bir siyah noktayı parmağı ile gösterdi, dedi ki:
“Bakınız orada at koşturan şüphesiz bir Tatar’dır.”
Bir zaman sonra düşük bıyıklı bir süvariyi gördüler. Düşük bıyıklı bu adam, küçük ve çekik gözleri ile bunlara garip garip bakıyordu. Bir av köpeği gibi nefes alan adam, Kazakların kuvvetli olduğunu gördükten sonra süratle gözden kayboldu. Bulba bağırdı:
“Haydi! Çocuklarım tutunuz! Lakin faydasız! Yapacak bir şey yok. Onun hayvanı benim Şeytan’dan daha hızlı gidiyor!”
Lakin bir pusuya düşmekten korktuğu için bazı ihtiyat tedbirleri almaya lüzum gördü. Ve önlerinde görünen bir nehre doğru at koşturmayı emretti. Beygirleriyle beraber nehre girdiler, izlerini kaybettirmek için uzun müddet yüzdüler, sonra nehrin karşı kıyısından ovaya çıkarak yollarına devam ettiler.
Üç gün daha geçti. Gidecekleri yere yaklaştıklarını hissediyorlardı. Çünkü bir gün evvelkinden daha ılık bir meltem rüzgârı, büyük bir nehre yaklaştıklarını onlara hissettiriyordu.
Vakıa uzaklardan Dinyeper Nehri göründü. Ufukta gümüşten ince bir şerit gibi iken yaklaştıkça gözlerinin önündeki sahanın yarısını kapladı.
Önlerinde görülen nehir, şiddetli
15
İmtidat etmek: Uzanmak. (e.n.)
16
Sergüzeşt: Macera. (e.n.)