Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Antikacı Dükkânı - Чарльз Диккенс страница 36
– Bak, diye söylendi. Önümüzdeki pazartesiye aynı saatte buraya geleceğim, sen de burada ol da paranın üstünü ver, oğlum.
Kit:
– Teşekkür ederim, dedi. Mutlaka burada olurum, efendim.
Çocukcağız çok ciddiydi ama, onun bu sözlerine ötekiler kahkahalarla güldüler; hele B. Chuckster, katıla katıla gülerek, bu şakadan pek zevk aldığını belli etti. Midilli de, en sonunda eve gideceklerini anlamış olsa gerek, hızlı hızlı ilerlemeye başlamıştı. Hayvancağız başka yere gitmeye hiç de niyetli değildi. Kit’in de oyalanmaya vakti yoktu, o da kendi yoluna gitti. Kazandığı paranın evde sevinç yaratacağını bildiği için, kuşa yem almayı da ihmal etmeden, doğruca evin yolunu tuttu. Kazandığı başarı çocukcağızı öyle sevindirmiş, umutlandırmıştı ki eve vardığında Nell ile yaşlı adamı orada bulacağına da aşağı yukarı emindi.
15
Yola çıktıkları sabah, kasabanın ıssız sokaklarında yürürlerken, Nell uzaktan Kit’e benzeyen birini görür gibi olunca, umutla, korkuyla karışık bir heyecan içinde titredi.Evet, sevine sevine ona elini uzatacak, son karşılaşmalarında kendisine söylediği sözlerden ötürü ona teşekkür edecekti ama, karşıdan gelen iyice yanlarına yaklaşıp da onun bir yabancı olduğunu görünce, rahatlıyordu. Çünkü, Kit ile karşılaşmanın yol arkadaşı üzerinde yaratacağı etki bir yana, herhangi bir kimseyle, hele bu derece sadık, dürüst davranmış biriyle vedalaşmaya yüreğinin dayanamayacağını anlıyordu. Sessiz şeyleri, onun sevgisini, üzüntüsünü anlamayan öteberiyi arkada bırakmak zaten yetiyordu. O çılgın yolculuğun eşiğinde tek dostundan da ayrılmak çocuğun yüreğini gerçekten buracaktı.
Acaba neden ruhça ayrılmaya bedence ayrılmaktan daha kolay dayanırız? İçimizden veda etmek geldiği hâlde bunu söyleyecek kudreti kendimizde neden bulamayız? Birbirlerine yürekten bağlanmış dostlar, uzun yolculuklardan ya da yıllar yılı sürecek ayrılıklardan önce niye her zamanki gibi davranırlar, sanki bir gün sonra buluşmayı kararlaştırmış gibi her zamanki havalarında dururlar da o dillerinin ucuna gelen bir tek kelimeyi söylemezler? İhtimallere dayanmak gerçeklere dayanmaktan daha mı zordur? Ölmek üzere olan dostlarımızdan kaçmayız. Sevgi, şefkat duygularıyla dolu olarak ayrıldığımız dostlarımızla gerektiği gibi vedalaşmamış olmak çoğu kere hayatımızın geri kalan kısmını bize zehir eder.
Kasaba sabah ışığıyla şenlenmişti; bütün gece çirkin, güvenilmez gibi görünen yerler şimdi gülümsüyordu; o pırıl pırıl parlayan güneş ışınları odaların pencerelerinde oynaşıp, uyuyanların gözlerine perdelerde oyun oynuyormuş gibi görünüp rüyalara bile ışık veriyor, gecenin gölgelerini silip atıyordu. Sıcak odalarda karanlıkta kapalı kalmış olan kuşlar sabah olduğunu sezmişler, bıcır bıcır ötüyorlar, küçük hücrelerinde huzursuzluk duyarak kıpırdanıyorlardı. Parlak gözlü fareler minik yuvalarına kaçmışlar, ürkek ürkek bir araya toplanmışlardı. Avını unutmuş olan o miskin ev kedisi bile kapının anahtar deliğinden, altından içeri süzülen güneş ışınlarına gözlerini kırpıştırarak bakıyor, dışarıda sinsi sinsi koşmaya, güneşte sıcacık yatmaya can atıyordu. Kafeslere kapatılmış daha soylu hayvanlar da parmaklıkların ardında kımıldamadan duruyorlar, küçük bir pencereden sızan güneş ışınlarını eski ormanların hayali parıldayan gözlerle seyrediyorlardı; sonra hapsedilmiş ayaklarını yoran daracık alanda sabırsızlanarak geziniyorlar, orada durup yine güneşe bakıyorlardı. Zindanlardaki adamlar da üşümüş, büzülmüş bacaklarını uzatarak hiçbir parlak güneşin ısıtamadığı taşa lanet yağdırdılar. Gece uyuyan çiçekler o narin gözlerini açıp güne çevirdiler. Işık, Yaradan’ın beyni her yerdeydi, her şeyde O’nun güçlülüğü vardı.
İki yolcu, sık sık birbirlerinin elini sıkarak ya da gülümseyip neşeyle bakışarak, sessizce yollarına devam ettiler. Ne kadar parlak, mutlu görünürse görünsün, o uzun boş sokaklarda –şu ruhsuz kalmış bedenleri andıran alışılmış özelliklerini, anlamını kaybetmiş, hepsinin birbirine benzemesini sağlayan o bir örnek sessizlik içindeki sokaklarda– kederli bir hava vardı. O erken saatte ortalık öylesine ıssızdı ki bizim yolcuların karşılaştıkları solgun yüzlü birkaç kişi de orada burada yanık unutulmuş sokak lambalarının güneşin haşmeti içinde pek güçsüz, önemsiz kalan ışığını andırıyordu.
Yolcular daha kasabanın dış mahallelerinden önceki yerleşmelerin dolambaçlı sokaklarına iyice dalmadan bu hava yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı, yerini de gürültü patırtı aldı. Sihri önce tangırdayarak giden yük arabaları, yolcu arabaları bozdu; sonra başkaları geldi; daha da gürültülüleri geldi, sonra da bir kalabalık bastı. Başlangıçta bir tüccarın penceresini açık görmek insanı şaşırtıyordu, sonra kapalı pencere görmek pek şaşırtıcı oldu. Derken, bacalardan ağır ağır duman yükselmeye başladı; içeri hava girsin diye perdeler dışarı atıldı; kapılar açıldı; süpürgelerinden başka her yana bakmayı akıl eden hizmetçi kızlar yoldan geçenlerin gözlerine kahverengi toz yığını savurdular ya da köy panayırlarından, bir saat sonra görecekleri manzaralardan söz eden sütçüleri dinlediler.
Bu kesim de geçildikten sonra alışveriş, yoğun gidiş geliş bölgesine geldiler. Burada pek çok insan barınıyordu, iş de daha şimdiden alevlenmişti. Yaşlı adam, bu gibi yerler uzak durmak istediği yerler olduğu için, çevresine şaşkın, afallamış bir hâlde bakındı. Parmağını dudağına bastırdı, çocuğu daracık avluların önünden, kıvrımlı yollardan geçirdi. Oraları adamakıllı geride bırakıncaya kadar da içi rahat edemedi; boyuna arkasına bakıp bakıp mırıldanıyordu: Her sokakta iflaslar, kendini öldürmeler kol geziyormuş; onların kokusunu alırlarsa peşlerini bırakmazlarmış, üstelik, pek de hızlı kaçamayacaklarmış.
Bu kesim de geçildi, pek sefil bir semte geldiler. Burada küçücük evler oda oda ayrılmıştı; paçavralarla, kâğıtlarla örtülü pencereler oralarda barınan halkın sefaletini anlatmaya yetiyordu. Dükkânlarda ancak yoksulların alabilecekleri mallar satılıyordu; satıcılarla alıcılar hep aynı sıkıntı, yoksulluk içindeydiler. İşte bunlar insanların ortadan kaybolmaya yüz tutmuş kibarlıkla yer sıkıntısı içinde son derece kıt imkânlarla zar zor ayakta durmaya çalıştıkları yoksul sokaklardı. Ne var ki, vergi toplayıcılar, alacaklılar başka yerlere olduğu gibi buraya da uğruyorlardı; pek belli belirsiz bir şekilde giderilmeye çalışılan sefalet de daha önceden umudu kesip çaba harcamaktan vazgeçenlerin sefaletinden pek farklı değildi.
Burası geniş, çok geniş bir alandı; –çünkü zenginlerin ardından gelen yoksullar, çadırlarını onların çevresinde birkaç kilometrelik bir alana kurarlar– yalnız, bu alanın özellikleri yine de hep aynıydı. Islak, rutubetli evler; birçoğu kiralıktır, birçoğu daha inşa hâlindedir, birçoğu da yarım kalmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte, bu evleri kiraya vermek isteyenlere mi, yoksa kiralamak isteyenlere mi acımak gerekir, bunu kestirmek zor olur. Yarı aç çocuklar sokaklara yayılırlar, toz içinde yuvarlanırlar; azarlayan anneler ayaklarını yere vurarak gürültülü gürültülü tehditler savururlar; sünepe kılıklı babalar, isteksiz bir hava içinde, telaşla, kendilerine günlük ekmeklerini, birkaç kuruş parayı sağlayan iş yerlerine giderler. Ütücü kadınlar, çamaşırcı kadınlar, ayakkabı tamircileri, terziler, mumcular hep işlerini odalarda, mutfaklarda, arka odalarda, aralıklarda yaparlar; kimi vakit hepsinin bir çatı altında toplandıkları da görülür.
Bu sokaklar,