Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Antikacı Dükkânı - Чарльз Диккенс страница 37

Жанр:
Серия:
Издательство:
Antikacı Dükkânı - Чарльз Диккенс

Скачать книгу

yol kavşağı göründü; sonra yine ağaçlarla, saman yığınlarıyla tarlalar, daha sonra da bir tepe. Oradan geçen yolcu bu tepenin üzerinde durup şöyle geriye bakınca eski Saint Paul Kilisesi’nin dumanlar arasından yükseldiğini görür. Sonra yine saman yığınlarıyla, ağaçlarla bezenmiş tarlalar başlar; sonra bir tepe görünür. En sonunda yolcu doğup büyüdüğü kente tepeden bakar, gözlerini ayaklarının dibinde karargâh kurmuş olan tuğladan, taştan istila ordusunun en ileri karakol mevkiini görebilmek için uzaklara diker, Londra’nın iyicene dışına çıktığını anlar.

      Yaşlı adamla kılavuzu da (nereye gittiklerini bilmediğine göre ona “kılavuz” demek de ne dereceye kadar doğru olur bilemeyiz ya) böyle bir yere gelince dinlenmek için sevimli bir tarlanın kenarına oturdular.

      Günün tazeliği, kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, koyu yeşil yapraklar, kır çiçekleri, havada yüzen binlerce güzel kokuyla ses… Bunlar çoğumuza büyük sevinç veren şeylerdir ama, asıl kalabalık arasında yaşayanların ya da büyük şehirlerde tıpkı insan kuyusunun kovasındaymış gibi yapayalnız yaşayanların hoşuna gider. Nitekim yaşlı adamla küçük kılavuzu da bütün bunları güzelce içlerine çektiler; bu da, onları pek sevindirdi. Çocuk içten gelme dualarını o sabah bir kere daha –belki de hayatı boyunca yaptığından çok daha ağırbaşlı bir şekilde– okumuştu ama, bütün bu güzellikleri içinde duyunca duaları yeniden dudaklarına yükseldi. Yaşlı adam şapkasını çıkardı; o artık duanın sözlerini hatırlayamıyordu; yalnız bir “amin” dedi, duaların çok güzel olduğunu belirtti.

      Evde Pilgrim’s Progress’in eski bir baskısı raflardan birinde dururdu; küçük kız akşamlarını sık sık bu kitapla geçirir, içinde yazılanların her kelimesinin doğru olup olmadığını, o garip adlı uzak ülkelerin nerelerde olduğunu merak ederdi. Ayrıldıkları yere bakarken, kitabın bir bölümünü iyice hatırladı.

      – Dedeciğim, dedi. Kitapta sözü edilen yer gerçekten buraya benziyorsa bile burası oradan çok daha güzel, çok daha iyi. Sanki ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bütün tasaları, düşüncelerimizi, bir daha almamak üzere, bu otların üzerine bırakmışız gibime geliyor.

      Yaşlı adam elini şehre doğru sallayarak:

      – Hayır, oraya bir daha dönmeyeceğiz, hiç dönmeyeceğiz, dedi. Sen de, ben de artık oradan kurtulduk sayılır, Nell. Bir daha bizi geri gelmeye zorlayamayacaklar.

      Çocuk:

      – Yoruldun mu? diye sordu. Bu uzun yürüyüş seni hasta etmedi ya?

      – Bir daha hiç hasta olmayacağım. Hadi, artık kıpırdanalım, Nell. Çok daha uzakta olmalıydık, hem de çok, pek çok uzaklara gitmeliydik. Durup dinlenmeyi düşünemeyiz, çünkü pek az ilerledik. Hadi, yürü!

      Tarlada temiz suyla dolu bir gölcük vardı; Nell, yeniden yola koyulmadan önce, bu suda ellerini, yüzünü yıkadı, ayaklarını serinletti. Dedesini de aynı şekilde serinletmeye çalıştı; adamcağızı otların üzerine oturtup avuç avuç su getirdi; sonra da onun yüzünü, ellerini kendi elbisesinin eteğine kuruladı.

      Dede:

      – Kendi kendime hiçbir şey yapamıyorum, sevgili yavrum, dedi. Bu nasıl iştir bilemiyorum. Bir zamanlar yapabiliyordum ama, artık o günler geçti. Beni sakın bırakma, Nell; beni hiç bırakmayacağını söyle bakayım. Seni gerçekten hep sevdim. Seni de kaybedersem, ölürüm, yavrucağızım.

      Başını çocuğun omzuna dayayıp acı acı inledi. Daha birkaç gün önce çocuk, gözyaşlarını tutamayıp, onunla birlikte ağlamıştı. Şimdi ise, kibarca, sevgi dolu sözlerle, dedesini yatıştırmaya çalışıyordu; günün birinde belki ayrılacaklarını düşünmesine gülümsüyor, onun bu davranışını alaya alıyordu. Çok geçmeden de yaşlı adam rahatlayıp, küçük bir çocuk gibi, alçak sesle kendi kendine türkü söyleye söyleye uyuyakaldı.

      Dinlenmiş olarak uyandı, yeniden yola koyuldular. Güzel çayırlar, üzerinde açık mavi göğün derinliklerine doğru tarla kuşunun uçtuğu mısır tarlaları arasından geçen yol pek çekiciydi. Hava mis gibi kokuyordu, arılar da, bu kokulu soluğu kendilerine mal edip, uykulu uykulu vızıldayarak uçuşuyorlardı.

      Şimdi boş topraklardaydılar. Görünürde pek az ev vardı; bunlar da, birbirlerinden pek uzaktaydılar; kilometrelerce arayla olanlar bile vardı. Ara sıra yoksul kulübe kümelerinede rastlıyorlardı. Kimisinin önüne, çocukların yola çıkmalarını önlemek için, bir iskemle ya da alçak bir tahta konmuştu. Kimisinde, oturanların hepsi tarlaya çalışmaya gitmiş oldukları için, kapılar sımsıkı kapalıydı. Bunlar çoğu zaman küçük bir kasabanın başlangıcı oluyordu: Biraz sonra bir araba tamircisi barakasına ya da bir nalbant dükkânına rastlıyorlardı; ondan sonra karşılarına bakımsız bir çiftlik çıkıyordu: Avlusunda uykulu inekler yatıyor, alçak duvarların arasında atlar dolaşıyor, dışarıda eyerli atlar geçerken sanki serbest dolaşmalarıyla övünüyormuş gibi sıçramaya başlıyorlardı. Çiftlikte, yiyecek arayan somurtuk domuzlar da vardı; orada burada gezinirken homur homur homurdanıyorlardı. Tombul güvercinler damın çevresinde, saçakların uçlarında dolaşıyorlardı; ördekler, kazlar, pek böbürlenerek, havuzun kenarlarında ya da suda salına salına geziniyorlardı. Çiftlik geçildikten sonra sıra küçük hana geliyordu. Ayak meyhanesini, kasaba tüccarının, sonra avukatın yazıhanesini, acı sözleriyle meyhaneyi tir tir titreten papazın evini geçtiler. Derken, bir öbek ağacın arasından kilise pek alçak gönüllü bir şekilde ortaya çıktı. Sonra bir iki kulübe daha… Kafesler, havuzlar… Sık sık da kıyıda, eski, paslanmış bir kuyuya rastlıyorlardı. Bundan sonra yolun iki yanında sürülmüş tarlalara geliyorlar, gene bomboş yola çıkıyorlardı.

      Bütün gün yürüdüler. Gece yolculara ücretle yatak verilen küçük bir kulübede gecelediler. Ertesi sabah, pek bitkin, pek yorgun olmalarına rağmen, gene yola düzüldüler; çok geçmeden, kendilerini toparlayıp, şevkle ilerlemeye koyuldular.

      Dinlenmek için sık sık mola veriyorlardı ama dinlenmeleri hiç de uzun sürmüyordu; sabahtan beri pek az bir şey yiyebildikleri hâlde, yollarına devam ediyorlardı. Akşam saat beşe doğru bir küme işçi kulübesinin önünden geçerken çocuk, acaba hangisine girip biraz dinlenebiliriz, bir yudum süt isteyebiliriz, diye bakınıyordu. Bunu kestirmek hiç de kolay değildi; çünkü, küçük kız hem ürkekti, hem de terslenmekten korkuyordu. İşte şurada ağlayan bir çocuk, ötede gürültücü bir ev kadını vardı; burada insanlar pek yoksula benziyorlardı, ötede pek kalabalıktılar. En sonunda, küçük kız evlerden birinin önünde durdu. Bu evi seçmesinin başlıca nedeni de ocağın yanındaki yumuşak koltukta yaşlı bir adamın oturmuş olmasıydı: Bu adamın bir dede olduğunu, onun için kendi dedesine acıyacağını düşünmüştü.

      Kulübenin sahibiyle karısından başka üç de gürbüz çocuk vardı; üçü de marsık gibi kararmışlardı. İstek açıklanır açıklanmaz yerine getiriliverdi: Büyük oğlan süt getirmek için dışarı koştu; ikincisi iki iskemleyi kapıya doğru sürükledi; en küçükleri de annesinin eteğine saklanıp, güneşten yanmış elinin altından, yabancıları gözlemeye koyuldu.

      Kulübenin sahibi, ıslığı andıran ince bir sesle:

      – Tanrı yardımcınız olsun, beyim, dedi. Çok uzaklardan mı geliyorsunuz?

      Nell:

      – Evet,

Скачать книгу