.
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу - страница 10
Siz o günlerde resmî tarihin gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymadığının da farkındasınız tabii…
Elbette! Şimdi bir de şöyle bir duygu yaşıyorduk. XX. yüzyılın başında yaşamış, İtalyanların meşhur bir roman ve tiyatro yazarı vardır, Luigi Pirandello. Onun bir kitabının adı “Size Nasıl Geliyorsa Öyledir” idi. Ben şahsen kendi hayatımda gerçeğin ne kadar namert, indi ve hatta doğrudan doğruya bir düzmece, yalan olduğunu yaşadım. Çok küçük yaşlarda benim kafama şu düşünce yerleşti: Mutlak bilgi, bizim bu dünyaya ait bilgilerimiz değildi. Sadece vahiy yoluyla bize bildirilmiş ve gayba ait bilgiler kesindi. Onların doğruluk ve yanlışlığını akla başvurarak çözmek mümkün değildi. Din, vahiy yoluyla bildirilen bilgi, gayb, inancın üzerine, imanın üzerine oturuyordu. O, akla tabi olamazdı. Ancak akıl ona tabi olabilirdi. Böylece gayba inanmada, kitaba, sünnete inanmada, kendi payıma bir itikat ve iman içindeyken, bu dünyaya ait olan bilgilerimizin ne kadar değişken olabileceğini, akılla mantığın insanlar arasında güçlü ihtilafları çözecek ortak bir dil olmayacağını kabul eden, böyle bir felsefi, eskatolojik bir düşünce gelişti bende. Bunun günlük hayata dokunan bir tabanı, bir karşılığı da var. Muhalefetin 1950-60 arasında söyledikleriyle, 1960’tan sonra gazetelerin yazdıklarıyla hatta o zaman okul kitaplarına girenlerle, en az iki Demokrat Parti, en az iki Adnan Menderes profili çizildi. Her inançta olanlar kendi inançlarında kavidir. Hiçbir akli delil, o batılı, o yanlış düşünceyi ortadan kaldırmıyor. İnsanın düşünceleri ve fikirleri, bir taraftan onun mizaç özelliklerine, bir taraftan da -Marks’ın dediği gibi-mensup olduğu sınıfa, birtakım toplumsal nedenlere bağlı olarak gelişiyordu. O zamanlar, tarihin, gerçek dediğimizin tek bir doğrudan ibaret olmadığını, bu bakımdan modernizme de aydınlanmaya da kuşkulu yaklaşmak gerektiğini, mesafeli olmak gerektiğini düşünüyordum. O günlerde yaşadıklarım ve o yaşadıklarımla paralel giden kendi okumalarım, beni böyle bir anlayışın içine yerleştirmişti.
Bugün okuduğunuz gazetelerin birinci sayfalarına ve manşetlerine, oluşturulan gündemlere de kuşkulu mu bakıyorsunuz?
Evet. Hatta ben diyorum ki bizim gördüklerimiz, olanlar değildir, bize gösterilenlerdir.
Bir nevi tiyatro diye nitelendiriyorsunuz?
Tiyatro olabilir, senaryo olabilir. Maksat budur. Tek merkezliymiş veya çok merkezliymiş; ben çözemem, kimse de çözemiyor. Ama bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu, etkilendiğimizi ve de giderek bunun çok daha arttığını, bugünkü entelektüel hayat söylüyor. Ama ben bunu, dediğim gibi 1960’lı yıllarda gördüm, yaşadım. Bunun birçok faydası oldu. Bana hayatta en haz aldığım şeyin ne olduğu sorulursa “Öğrenmektir.” derim. Merak ve öğrenmek… İşin güzel tarafı, öğrendiğinizin de yanlış çıktığını görebilmek veya “Bildim, biliyorum.” dediğinizin de yanlış çıktığını görüyor olabilmek… Anlatacağım şu kısa anekdot beni hoşgörülü olmaya itti. Yıllar sonra Kâtip Çelebi’nin “Nizamü’l-Hakk Fi-ihtiyari’l-Ahakk” adlı kitabını okudum. Ben, Türkiye’deki liberallerin, liberalistlerin, liberalizm yanlılarının bunu okuduklarını hiç zannetmiyorum. Hâlbuki bu eser 1650 yılına ait bir hoşgörü abidesidir. Orada, “Halkın inandıklarıyla uğraşmayın, değiştiremezsiniz.” der. O kitapta tütünün haramlığına helalliğine, kabir ziyaretlerine kadar birçok konu ele alınıyor. Bunları hâlâ biz tartışma programlarında yeni bir şeymiş gibi konuşmaya devam ediyoruz. Bu, bir bakıma bazı konuların da ne kadar öğretici olduğunu gösterir.
Bir vesileyle yazmıştım ama sırası geldi anlatmak da istiyorum. Malum İmam Birgivi, taassup ehlinin temsilcisi diyeceğimiz bir kişi. Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendi’ye bile karşı çıkmış bir zat. Balıkesir’de doğmuş, Ödemiş Birgi’de -Aydınoğulları’nın kurulduğu ilk yerde- bulunmuştur. Bu din âlimi derdi ki, “Kabirlere gitmeyin, türbe olarak onların üstünü örtmeyin, orada kurban kesmeyin, çaput bağlamayın, bunları yapmayın, zinhar dinden çıkarsınız.” Böyle bir yönü vardı. Türk siyasetini inceleyenlerin hatta Türk toplumunu inceleyenlerin mutlaka bir prototip olarak çok iyi bilmeleri gereken bir kişi idi. Otuz sene önce ilk defa gittim Birgi’ye. Önce Aydınoğlu Camisi’ne, Aydınoğlu’nun türbesine, oradan da İmam Birgivi’nin mezarına. Birgi şimdi bir belde, Ödemiş’in bir beldesi, mezar da orada. Orada ne göreyim, bir iki kilometreden başlamışlar, yol boyunca çaput bağlamışlar ve orada kurban kesiyorlar. Ege Bölgesi’nde, Orta Anadolu gibi, Güneydoğu Anadolu gibi, Doğu Anadolu gibi çok fazla yatır, evliya, türbe geleneği olduğunu da söyleyemem. Ama hemen hemen bütün Batı Anadolu halkı yüzyıllar içerisinde İmam Birgivi’yi yeniden bir evliya, bir ermiş olarak üretmiş, böyle inşa etmiş. Kâtip Çelebi’yi de yeni okumuştum o vakit. Millî Eğitim veya Kültür Bakanlığından çıkmış bir eserdi. En çok tavsiye ettiğim kitaplardan birisi olmuştur eşe dosta. Sonra bir yirmi küsur sene geçti. Yine Ödemiş’e yolumuz düştü ve yine İmam Birgivi’nin, muhterem zatın mezarına bir uğrayalım, Fatiha’mızı okuyalım diye gittim. Çaput bağlama kalkmış fakat Belediye Başkanı oraya çok güzel, aynı anda bir iki büyük veya küçükbaş hayvanın kesilebileceği, üstü kapalı, küçük, modern bir mezbaha yapmış. Dedi ki, “Aydın Bey buraya insanlar geliyor, ortalıkta güzel gözükmüyordu, onun için yaptık.” Biraz ileride de İmam Birgivi’nin mezarı var. Mezarın üzerine büyük, lahit gibi bir granit taş koymuşlar ama türbe gibi üstü kapalı değil. Rahmetlinin bir tek o isteği yerine gelmiş. Belediye başkanı, “Nasıl, iyi olmuş mu?” diye sordu. Şöyle bir başımı çevirdim, ne de olsa İmam Birgivi Hazretleri’nin manevi makamındayız. Şimdi bunu düşünsem, demem gerekecek ki, “Bu zatın ruhu burada kesilen her hayvanla birlikte ızdırap çekecek. Keşke bunun aksini savunmuş, aksini istemiş olsaydınız, keşke bunu yapmasaydınız…” Ama o belediye başkanı bunu büyük bir ihlasla yapmış, halk için yapmış, millet için yapmış. Belediye başkanı kendi kendine herhangi birisini ermiş, evliya tayin edebilecek durumda değil. O da halk ve tarih böyle addettiği için yapmış. Ben de ortadan sözlerle, asla onun gönlünü kırmayacak şekilde düşüncelerimi ifade ettim. Oradan o şekilde ayrıldık.
Tabii iki yüz sene, üç yüz sene sonra ne olur, yirmi otuz sene sonra ne olur onu da bilemeyiz. Şu noktaya varmak istiyorum. Bu düşünceler, insanın, ister istemez olaylara biraz daha tepeden, kuşbakışı ve daha hoşgörülü bakabilmesini de sağlıyor. 1960’lı yılların başından 1965’e kadar toplum daha tam açılmamıştı. Bu konularla ilgilenenler ise daha çok din nedir, var mı, yok mu, Tanrı var mı, yok mu, Darwin’in teorileri nedir, kaba manada determinizm nedir, bunları sorguluyorlar. Ama bunlar da bazı gerçekleri irdelemek için değil, onları kaldırıp kendilerini hâkim kılmak için yapıyorlar. Hatta ruh var mı yok mu diye tartışılırdı. Çok ilginçtir, 1950’li yılların ortalarında böyle “Ruh ve Madde” diye dergiler çıkıyor, ruh çağırma, spiritizma seansları yapılıyordu. O zaman bunlar millî maneviyatçılık ve mukaddesatçılık sayılıyordu.