Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın. Yasin Topaloğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın - Yasin Topaloğlu страница 9
Şöyle söyleyeyim. Okulu hem sevdim hem sevmedim. Sevdim; arkadaşlar, arkadaşlıklar güzel bir şeydir. Hayatı paylaşmak güzel bir şeydir. Bu yönüyle okul güzeldi. Fakat okullara beni uzak kılan iki sebep var. Bunların da üzerinde durmak isterim hatta birisi üzerinde biraz daha uzun durmak istiyorum. Bu, İstanbul’daki okulun yatılı olmasıydı. Yatılı okulu sevmedim.
Yatılı okumak sizde yalnızlık duygusuna mı yol açtı?
Öyle de denilebilir. Bir de yatılı okul, kendi kurallarına göre sadece yemek yiyeceğiniz, ders çalışacağınız, yatacağınız vakti belirleyerek hürriyetlerinizi elinizden almakla kalmaz, ne yapacağınıza da karar verir. O gün genel geçer konular neyse boş zamanda o konuşulur, o aktiviteler gösterilir, o sporlar yapılır.
İstanbul’daki yatılı okul gayet uyumlu anılarla geçmiş olmasına rağmen egemen siyasi düşünce o gün için muhalefetti. Rock’n Roll, Elvis Presley, arkasından twist, diskotek, bu tür şeyler beni hiç açmamıştır. Ben farklı şeyleri merak ediyordum. Farklı şeyler öğrenmek istiyordum.
Bu dönemde kitaplarla tanıştınız mı?
Kitaplarla tanıştım. Şimdi asıl o konuya girmek istiyorum. Benimle okul arasına giren bir boşluğu burada anlatmam mümkün olacak. Ben daha okula gitmiyordum. 1951’de, daha doğrusu 1952 başında büyük ağabeyim Türkiye’den ayrıldı. Hukuk fakültesinden mezun olup, ikinci bir üniversiteyi bitirmek üzere İsviçre’ye gitmişti. Dört yaşındaydım. Ağabeyim İsviçre’ye gitmeden önce beni karşısına alıp; insan organları ne küçük dolaşım ne, büyük dolaşım ne, karıncık, kulakçık, kalp, karaciğer ne yapar; sindirim nasıl olur; beyin nedir; bir taraftan bunları anlatır, diğer taraftan da bana tarihten örnekler verirdi. Ortanca ağabeyim de aşağı yukarı bunları bana tekrarlardı. Ben dört beş yaşındayken “Kutadgu Bilig”i, Bilge Kağan’ı, Alparslan’ı öğrenmiştim. III. Mehmet’ten I. Ahmet’e, IV. Murat’a kadar tüm Osmanlı padişahları; arkasından Millî Mücadele, İstiklal Savaşı, bunları öğrenmiştim. Rahmetli anneannem vardı. O, İzmir’deydi, edibeydi, yazardı. Servet-i Fünun’da dahi yazısının çıktığı söylenir. Özellikle iki büyük ağabeyim için edebiyat, tarih derslerinde canlı bir ansiklopedi ve sözlük gibiydi. Ondan da birçok şey öğrenirdim. Mesela birçok Osmanlıca kelimeyi daha küçük yaşta öğrendim. Ortaokulda, Türkçe derslerinde kelimelerin manasını sorarlardı Bu bilgileri evde edindikleri için ağabeylerim hiç çalışma lüzumu hissetmezdi. Sadece bu tarihî şahsiyetleri değil, Fuzuli, Nabi gibi şairlerin isimlerini, özelliklerini de o evin içinde var olan havada öğrenirdik. Osmanlı tarihinin devamı, duraklama, gerileme, sonra Karlofça, onlar benim o çocuk yüreğime gelir, yutamadığım ham elma gibi boğazıma takılırdı. Ve işte babam vesilesiyle siyasete yeni yeni uyanan ilgi… O gün evdeki, Türkiye’deki heyecan, sanki bir yeni dirilişin Türkiye’de yaşanmaya başladığı gibi bir duygu verirdi bana. Sadece bunlardan da ibaret değildi. O vakit okuma yazma bilmiyorum ama bazı şeyleri okutacak birileri de bulunuyordu bir şekilde. Mesela 1950’de çıkan “Pekos Bill”, ilk kovboy-kızılderili dergisiydi. Pekos Bill kement atardı, silahı yoktu. Perşembe veya cuma günleri çıkardı. Derginin iki sayfası siyah beyaz, iki sayfası renkliydi. Pekos Bill’in sevgilisi Calamity Jane vardı. David Crockett, takunya gibi bir şey giyerdi ayağına, elinde tüfeği olan, omzunda tavası asılı bulunan, şişman bir tipti. Tabii çok ileriki yıllarda bunların o dönemde yaşamış şöhretli Amerikalı kovboyları olduğunu öğrendik. O işe de merakım vardı. Diğer taraftan Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kolsuz Kahraman”, “Kızıl Tüy” gibi romanlarını da kendim okuyamadığımdan okuturdum. Şahit olduğum konuşmaları hemen hafızama alırdım. Buna teşvik de görüyordum.
Size okunan o kitapları babanıza da okutur muydunuz?
Ağabeylerimin ve annemin öğrettiklerini babama anlatırdım, çok hoşuna giderdi. Eve çalışmaya gelen misafirler olurdu. Ara verdikleri vakit beni çağırırlar, onlar da anlattırırlardı. Ben anlatırken, “Soru da sorabilirsiniz, anlattıklarından yetinmemiz gerekmiyor.” diye de eklerdi rahmetli babam. Bundan çok büyük bir keyif alırdım, bildiklerimi iddialı bir şekilde anlatırdım. Onun için hayatta hiç konuşmakta, bölüşmekte ve insanlarla bu manada ilişki kurmakta sıkıntım olmadı. Şimdi düşününce tatlı bir mahcubiyet duyarım. Çünkü benim o tarih bilgimle anlattıklarımı dinleyenler arasında rahmetli Fuat Köprülü de vardı. İlkokula gitmeyen bir çocuğun, Fuat Köprülü gibi hâlâ Türk tarihçiliğinde yeri dolmamış bir âlimin yanında bunları anlatmış olması, benim için hâlâ bir tatlı mahcubiyettir. Onlar da beni teşvik ederlerdi. Oradan oraya taşına taşına, o dergileri muhafaza edemedim. Okuma yazma öğrendiğim dönemde de bu şekilde devam etti. Ali Naci Karacan, rahmetli babamın büyük ilgisi ve yardımı ile Milliyet’i çıkarabilir hâle gelmişti. Bana imzasıyla, yanılmıyorsam Claude Cohen’in bir kitabını hediye etmişti. Buna benzer daha ilginç bir olay ise rahmetli anneannem ile Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın ileri bir hukukları olmasıydı. Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, rahmetli anneannemin küçük kız kardeşinin kocası, yani eniştesiydi. Ağırlıklı olarak İstanbul’daydı ama Ankara’ya geldiği vakit bize uğrardı. Rahmetli anneannem ile konuşur, annem rahmetli de “Enişte, enişte!” diye kendisini çok severdi. Gayet entelektüel bir kişiliği vardı. Doğal olarak rahmetli babamla da görüşürlerdi. Ben daha okula gitmiyordum ama haritanın ne olduğunu, hangi şehrin, hangi memleketin nerede olduğunu bana rahmetli anneannem gösteriyordu. Bana öğlen yemekte bir soru sordu Tevfik Rüştü Aras, dedi ki: “Dünyanın en küçük denizi hangisidir?” Ben, “Marmara Denizi.” dedim. O da “Yok, Azak Denizi’dir.” dedi. Ben o anda fark edemedim tabii. “Yok, hayır, Marmara çok daha küçük, ben biliyorum.” dedim. “Peki.” dedi, “Ama yine de bak, Azak Denizi! Gel seninle bir iddiaya girelim. Şimdi benim senden bir şey istemem yersiz olur ama sen haklı çıkarsan ben sana bir tane dünya maketi hediye edeceğim. Değilse sen bundan sonra daha dikkat edersin.” diye devam etti. Tabii ben yüzde bir milyon eminim. Yemek odası aşağı kattaydı. Yukarıdan, yazıhane odasından büyük atlas, Larousse vs. geldi, görüldü, gerçek çıktı ortaya. Tabii daha sonra anladım ki bu bir mizansen. Yoksa okula gitmeyen bir çocukla ne diye iddiaya girsin. Erken yaşta onun hayatına bir iddia, böyle bir hediye sokarak, bir çocuğun o alandaki merakını iyice kökleştirmek istemiş.
Yıl 1960, 27 Mayıs İhtilali oldu. Benim kendime göre okuma ve öğrenme merakım devam etti. O zaman bazı arkadaşlarımızla bunu paylaşırdık. Lisede sosyal bilgiler diye okutulan dersler, Türk edebiyatı dâhil, bana basit geliyordu. Tabii şimdi hocaların bilgisiyle kendi bilgimizi kıyaslamak gibi bir münasebetsizliğin içine girmek istemem ama en azından o gün okutulanlardan o günkü müfredattan çok daha ileri düzeyde bilgi sahibiydim. Özellikle edebiyat, sosyal bilimler gibi konularda okul bizden geri bir duruma düşmüş oluyordu. “Okul bir an önce bitse de başladığımız şu kitabı bitirsek ve birtakım arkadaşlarla bunu konuşsak.” diye düşünüyordum.
Hayat, ders kitaplarının içinde değil de okuduğunuz diğer kitaplarda mı karşınıza çıkıyordu?
Hem teorik hem pratik kitaplarda diyelim. Hayat orada karşımıza çıkıyordu. Ben 1961-63 arası dönemde Çehov’u, Dostoyevski’yi, Steinbeck’i okuyordum. Kant’a kadar, Batı felsefesi hakkında bilgi, kültür sahibiydim. Lise yıllarında ve sonrasında da Auguste Comte gibi yazarları okuyorduk.
Genelde Batı ağırlıklı