Henüz 17 Yaşında. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Henüz 17 Yaşında - Ахмет Мидхат страница 2
Yemek listesi gelinceye değin iki arkadaş birer kadeh parlattılar; sonra çorbaların çeşitlisinden başlayarak listeyi okumaya koyuldularsa da hangi yemeği ısmarlayacaklarında bir anlaşma oluncaya kadar, ilk kadehlerin ilk keyfi birer ikinci kadehe daha yol açtı; eğer kendileri her şeyde orta kalmayı üstün gören kâmillerden olmasaydılar kadehler birbirine yol aça aça artık iz’an yolu büsbütün kapanacak bir vadiye kadar varacağı belli idi; çünkü yeri göğü fark etmez derecelerde zilzurna sarhoş olanlar hiçbir vakit işe o derecelere varmak niyetiyle başlamamışlardır; işte böyle kadehler birbirine yol aça aça kadehdaşlar oralara kadar vardırırlar da öte yana bile geçerler.
Bununla beraber, ısmarlanan biftekler yetişinceye değin Hulûsi Efendi ve Ahmet Efendi’nin kadehleri birer kere daha doldu ki her ne kadar sayısı üçe vardıysa da şişenin son katresi son kadehe damlatılmış, şişe üzerindeki son çizginin hizasına da 4 rakamı konulmuş olduğuna göre bunların içtikleri rakının öteki içkiciler gözüyle ölçüsü 4 kadehe denk sayılırdı.
Biftekler gelinceye, yani üçüncü kadehler de içilinceye kadar iki arkadaş arasında geçen sözleri de işitmek faydasız değildir.
Ahmet arkadaşına diyordu ki:
“Fransız tiyatrosuna gelen oyuncular arasında birkaçı gerçekten vaktiyle Paris tiyatrolarında da büyük bir ün kazanmışlar.”
“Vaktiyle!.. O hâlde demek oluyor ki çuha giymiyorsak da kenarını kuşanıyoruz! Kaymağını başkaları alıyorsa da biz de parmak yalatacak tarafını bulabiliyoruz.”
“Hayır! Ben böyle düşünmüyorum Ben bir tiyatro oyuncusuna hiçbir zaman kadınlığı yüzünden bakmam ki gençliğini, kadınlığını hesaba katayım da ona göre düşüneyim! Benim için tiyatro oyuncusu denilen mahluk, bir edibin yüksek duygularını sahnede gereği gibi canlandıran sanatkârdır. Bu sanatkârda fazla olarak bir de kadın, kadınlık arayanları doğru bulmam; bunları bir tiyatroda aramaktansa beşer topluluğu içinde başka köşelerde aramak daha yerinde olur; çünkü oralarda daha çok bulunur.”
“Bu da doğru! Bununla beraber tiyatro oyuncuları üzerinde halkın bu kadar atılganlık gösterişini de garipsememeli. Bir oyuncu hakkında ilk edilen bahis gençliği, güzelliği üzerinedir; eğer bir kimse oyuncuyu çekiştirecek olursa mutlak kendisini kadınlık meziyetlerinden mahrum edecek bir istiğna edası gösterdiği için sarakaya alınır.”
“Halkın gidişine bakarak bir hüküm verecek olursak, çok hâllerde onlar kadar gülünç olursun; bununla beraber tiyatro oyuncularını istediğin gibi sanmakta serbestsin. Ben hiçbir kimsenin hürriyetine dokunmayı sevmem. Reyimi, fikrimi de hiçbir vakit kabul ettirmek için söylemem. Kabul eden eder etmeyen reyimi bana geri verir. Ben kendi reyimden, fikrimden çok zaman pişmanlık duymam. Bu cümleden bu akşamki fikrim: Oyuncular içinden birkaçı, vaktiyle Paris tiyatrolarında iyiden iyiye tanınmış olduklarından, ben o tanınmış ve istidatlı oyuncuları görmeye gidiyorum. Eğer sen kadın görmeye gidiyorsan belki umduğun kadar mükemmelini göremeyerek zararlı çıkarsın.”
“O hâlde kadını da beşer topluluğunun baş köşelerinde ararım: Mesela tiyatronun localarında.”
“Buna da diyeceğim yok. Sen locaları gözden geçirdiğin müddetçe ben de kendimi koca Victor Hugo’nun bu oyunda cisimlendirdiği yüksek insan olgularını incelemeye vereceğim. Benim bundan alacağım zevk senin locaları gözden geçirmekle alacağın zevkten aşağı kalmayacaktır. Kendimi bu madde âleminden öyle bir hayal âlemine götüreceğim ki…”
“Ama senin gibi ciddi bir adamın hayale hakikatten fazla yer vermesi de şaşılacak şeydir ya…”
“Hiç de şaşılacak bir şey değildir. Madde âleminde hoşlanabileceğim bir şey olmazsa ne yaparım? Hayal âleminde fikrimi gezindirerek ve gördüklerimin bir kısmını da kendi hususi âleminde tatbike çalışarak şöylece birkaç dakika geçiririm. Zaten Victor Hugo da insanın bundan ötesine gücünün yetmeyeceğini söylüyor.”
“Neyse… Şimdiki hâlde maddelerden ve hakikatlerden olmak üzere kendini gösteren şey şu biftekler. Önce onlarla meşgul olalım da sonra senin hayaller âlemine geçeriz.”
Bifteklere el atılmaya başlandığı sırada bu konuşma devam ediyordu; fakat lakırdının her uğradığı noktada o kadar az duruldu ki konuşmanın bu kısmını yazıya geçirmekten okuyucularımıza büyük fayda olamaz.
Bizim iki ahbabın yemekleri kendilerine obur dedirtmeyecek kadar yufkaydı; yemek arasında şarap falan da alınmadı. Yalnız birer sade kahve içerek dünkü gazetelere bir göz gezdirdikten sonra birbirlerine tiyatro zamanının geldiğini hatırlatarak kalktılar. Yirmi beş kuruşa varmayan hesaplarını ödeyip garsonun altmış para bahşişini vermeyi de unutmayarak Kristal Kahvesi’ne bitişik olan Fransız tiyatrosuna geldiler.
Tiyatro bir zamandan beri kapalı bulunuyorken o gece oyuncular ilk oyunlarını vermekte olduklarından oldukça temizlenmesine dikkat edilmişti. İçeride epeyce seyirci kalabalığı görülmekte idi. Burası çok zaman, bizim Güllü Agob’un Gedik Paşa Tiyatrosu’na hemen hasret çektirecek kadar temizlikten uzak olduğu gibi Beyoğlu halkı da, çokça, rağbetlerini mahsus hazırlanan konçertolara ve bazı oyunlara verirler de öyle az masrafla gidilmesi mümkün şeyleri rağbete layık görmezler.
Hulûsi ile Ahmet Efendi birer koltuk bileti almış bulunduklarından yan yana yerlere oturdular. Seyircileri bir hayli beklettikten sonra açılan perde, gelenleri, hele Ahmet Efendi’yi pişman etmeyecek kadar gerçekten güzel oynandı. Aslında oyunun tertibi de pek mükemmel olduğu gibi vaktiyle Paris’te enikonu ün salmış denilen oyuncular da kazandıkları şöhrete yalnız kadın oldukları için değil belki üstün sanatkâr oldukları için kavuşmuş bulunduklarını gösterdiler.
Oyunun perde aralarında herkesin dışarıya çıkarak ahbabıyla görüştüğü malumdur; Fransız tiyarosunda ise dışarıdaki Kristal Kahvesi ile bağlantısı olduğundan seyircilerin çoğu perde aralarında kahveye geçerek istedikleri içkilerden içerler.
Bizim iki arkadaş da bu istirahat usulüne katılmaktan geri kalmayarak daha birincisinde birbirlerine birer konyak içmeyi teklif etmişler, bu teklifin ardısıra bir vazgeçme görülmesine rağmen en son gelen birliği ile birer… Bunun ardınca da birer konyak içmişlerdi. Kafaların kızgınlığı, mızıkaların keyfi, oyunun ruhlara yaptığı tesir ile birleşince ikinci perde arasında konyaklar üçleşti. Oyun dört perdelikti. Üçüncü ile dördüncü arasında gene kahveye çıktıkları zaman dışarıdan içeriye doğru yağmur şakırtısı geldiğini işittiler ki “bardaktan boşanıyor!” işte bunun için söylenebilirdi.
Hulûsi dedi ki:
“İşte bu kötü! İstanbul’a nasıl kapağı atmalı, arkadaş?”
“Çok vakit böyle sağnaklar tez geçer.”
“Yaz olsa sözün pek doğru görülürdü; ama bu mevsimde…”
“Aman, Allah’ını seversen Hulûsi; şimdi zihnini yağmurla, gök gürültüsü ile karıştırma! Zihnin oyunda! Koca Victor Hugo, eğer âlemin medeni kanunlarını koydukları zaman sana sormuş olsalardı, medeniyetin temelini öylece atardın ki ben birçok beğenecek yerler bulurdum.
Haydi,