Henüz 17 Yaşında. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Henüz 17 Yaşında - Ахмет Мидхат страница 5
Püskülü sıçan kuyruğuna benzeyerek ucundan sular akar mı?
Bunların arkasında birer setri bulunur mu ki omuzlarından doğru süzülüp gelen sular yenlerinden ve eteklerinden zırıl zırıl akıp oluksuz saçaklardan beter olsun?
Bacaklarında birer pantolon bulunuyor mu ki şeridi akan sularla ıslanıp ve büzülüp bacaklara sımsıkı sarılarak kendisini yürümekten dahi alıkoysun?
Hele ayaklarında kundura potin bulunur mu ki pantolondan süzülen sularla dolup bastıkça jark jurk ederek insanın baldırlarına doğru çamurlu suları fıskiye gibi fışkırtsın.
Hele bu kunduralar zati biraz fazlaca bol iken ıslandıktan sonra biraz daha açılarak artık ayaklar bunların içinde küçük kalmakla, jark jurk ederken, bazı kere dahi tersine dönmek, yani köselesi yukarıya ve yüzü aşağıya gelmek derecelerini bulsun.
İşte ıslanmış adamın en başlıca hâlleri bunlardan ibaret olur ki bu hâller ne sucukta ne de ıslanmış sıçanda bulunur sanıyoruz; hâlbuki bizim arkadaşlar şu dereceden daha fazla ıslanmışlardı; zira Hulûsi Efendi biçaresi kılavuzu olan uşağa diyordu ki:
“Aman, arkadaş! Daha gidecek miyiz? İki kürek kemiklerimin arasından doğru sızıp gelen sular bel kemiği hizasında sel gibi akarak kuyruk sokumumda âdeta bir çağlayan oluyorlar.”
Uşağın cevap vermesine hacet kalmaksızın “büyücek” diye vasıflandırmış olduğumuz ev önüne gelip durdular. Uşak kapıyı çaldı. İhtiyar bir Ermeni karısının garip Rumca konuşmasıyla; “Kimdir?” sualine uşak birkaç lakırdı söyledi ki manası ne olacağı kolayca anlaşılabilir. Uşağın bu sözü üzerine hemen kapı açılmadı. Kadın gene söyledi, uşak gene karşılık verdi. Sözler âdeta uzun konuşma hâlini aldı, hatta kadının sesinin edasından bayağı kızgınlık eserleri dahi anlaşılmaya başladı. En son, kadın, kapı yanındaki pencereye gelip: “Geliniz bakayım; bir kere yüzünüzü göreyim!” deyince Ahmet Efendi’nin hiddeti bir dereceyi buldu ki hemen sağdan geri ederek dönmeye hazırlandıysa da biçarenin ensesini bir düzine kamçılamakta bulunan yağmur bu niyetini kuvveten fiile çıkarmak elden gelemeyeceğini hatırlatmak yolunda dahi bir uyandırma kamçısı oldu. Kendi kendisine: “İşte vicdanca kınanılacağınız bir işi başarabilmek için şu rezil kadının muayenesinden geçmek alçaklığını kabul etmek lazım geliyor. Hatta kadın bizi beğenmeyip de şuradan kovacak dahi olsa hiçbir şey söylemeye hakkımız olmaksızın, boynumuzu bükerek, arkamıza bakarak, defolup gideceğiz!” diye arkadaşıyla birlikte muayene yerine geldiler.
Kadın bunları görünce epeyce derin bir düşünceye vardı. Zati gecenin bu vaktinde, böyle bir havada, bu kadar ıslanmış olan iki herifin ne takımdan olduklarını kestirebilmek için öyle az buçuk düşünmek yetişir mi?
Ahmet Efendi’de hiddet topukları geçti; hatta Hulûsi’nin bile canı sıkılmaya başladı. Nasılsa kadın muayenesini, mütalaasını, mülâhazasını bitirdikten sonra, dedi ki:
“Birer buçuk liranız var mı?”
Bu kadar rezilce bir söz üzerine, Ahmet Efendi “Bir tufanda boğulmak daha iyi.” diyerek, böyle rezil bir yerde misafir kalmayı kabul etmemek yoluna gider gibi olduysa da Hulûsi Efendi kendisine meydan vermeksizin: “Aç, Dudu, aç! Parası olmayan böyle yere gelir mi?” demiş olduğundan Ahmet Efendi öfkesini yutmak için kendisini zorladı; lakin kadın, ne dese beğenirsiniz! “Paraları buradan, pencereden vermelisiniz!” demesin mi!
Artık, Ahmet, baklayı ağzından çıkarmaya davrandı.
Doğrusu insanın kendi akçesiyle kendisini bu derecelerde rezil etmeye katlanması pek güç bir şeydir; lakin şöyle bir rezalet yerine gelip gitmek için vicdanını sıkıştırmak zorunda kalan insan, bu yoldaki hakaret ve rezaletlere katlanmak zorundadır.
Şuracıkta küçük bir düşünce olarak arz edelim, ki buralara gelip gidenlerin hepsi Ahmet yahut Hulûsi Efendi gibi vicdanını sıkıştırmak zorunda dahi değildir; böyle bir karı tarafından gelen teklif üzerine, göğüs kabartarak: “İşte paralar! Aç bre falan!” diyen de bulunur.
Her ne kadar Hulûsi dahi paraları karıya vermişse de söyleyeceği sözü bu yolda söylemeyip:
“Henüz tanışmadığımız için bu ihtiyatlarda mazursunuz, Dudu. Alınız paraları!” demiş ve işte bu altın anahtar ile o uğursuz kapı açılmıştı.
Karı da özür dilemek için:
“Vallahi, beyim; kusurumuza kalmayınız! Birtakım rezil çapkınlar gelirler, eğlenirler falan da en son para bahsi gelince işin rezaletini çıkarırlar.” dedi. Hulûsi Efendi yumuşaklık gösterip bu edepsizliğe dahi sadece:
“Zararı yok, Dudu; zararı yok!”
Karşılığında bulundu ise de Ahmet Efendi, bu kadarcıkla kalmayarak:
“Bir kere insanın suratına bakarlar da öyle laf söylerler!” dedi. Keşke bunu söylemeseydi. Sözünü esirgemek şanından olmayan karı:
“Efendiciğim, affedersiniz; sizi bu hâlde gören nasıl zatlar olduğunuzu tanıyamazsa mazur görülmelidir.” diye bir tarafta bulunan esvap dolabının kapısındaki aynayı gösterdi ki Ahmet Efendi ile birlikte Hulûsi dahi aynaya bakıp da kendi hâllerini gördükleri zaman öfkeleri kayboldu; kahkahayla gülmeye başladılar.
Ahmet Efendi dedi ki:
“Pek iyi, Dudu; sen ihtiyatı elden bırakmayarak bizden paraları peşin almak istedin. Arkadaşım da hiç ihtiyat etmeyerek sana paraları verdi; fakat ya bize çıkaracağın kızları beğenmeyecek ve burada kalmayacak olursak?”
“Ooo! Onu merak etmeyiniz, beyim; Maryanko’nun evinde beğenilmeyecek kız bulunmaz.”
“Öyle ama biz…”
Ahmet’in bu lakırdısını bitirmesine meydan vermeksizin Hulûsi dedi ki:
“Buraya gelmekte naz eden de önce sen oldun; kız üzerinde ilk bahse girişen de sen oldun! Arkadaş, gerçekten hâllerin pek tuhaftır!”
“Ben sana ne demiştim? Bir şey olunca mükemmel olmalı, dememiş miydim?” Şu kadar ki Ahmet Efendi bu defa şu sözü yüreğinin duygusuna uygun olmak üzere söylemiyordu.
Letâif, ki rivâyât adıyla bu âciz muharririn on yıl önce yazmış olduğu birtakım küçük hikâyeler içinde Mihnetkeşân başlığıyla kaleme alınmış bir küçük hikâye, bütün eksikliğiyle birlikte, nasılsa Ahmet Efendi’nin zihninde güzelce yer etmiş bulunduğu için, bu eve girdiği sırada hikâyenin bütün tasvirleri bir anda zihnine gelerek o hayalleri burada göreceği asıllarıyla karşılaştırmak için sürekli dört yanına bakınmakta ve her ne görürse zihninde “Ne kadar doğru, ne kadar tamam!” diye hâliyle dahi tasdik ifadeleri göstermekte idi.
Bununla beraber Ahmet Efendi’yi bu yerlerin acemisi bir adam olmak üzere de almamalıdır; vaktiyle bu yerlerin pek devamlısı, pek alışkını idi; hatta bu sefihlikten el çekmeye birinci sebep olan şey dahi yine o Mihnetkeşân hikâyesi olduğunu her zaman söylerdi; ancak sekiz on yıldır gerçekten kendi hâlinde ve kendi âleminde