BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE. Bülent Tokgöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE - Bülent Tokgöz страница 8
Kromozom
Cemal dedem bir küçük esnaftı. Ufacık dükkânında geçmişti ömrü. Çocukluğundan beri şafaktan önce uyanmış, gençliğinden beri çarşıda dükkânını en erken açan esnaflardan biri olmuştu. Bereket inancından kaynaklanıyordu bu. Kerahet vaktinde uyuyanların ve sabah namazından sonra dükkânını açmayanların işlerinin rast gitmeyeceğine, kazansalar da bereketini göremeyeceklerine çok eski ve mutlak bir bilgi olarak sahip çıkmıştı. Küçücük bir işyeri ve azıcık bir gelir için onun disiplin ve ciddiyeti ibretlik bir meziyetti. Hayatında hiçbir israf yoktu ama şu meziyetlerini oraya sarf ediyor olması bana en büyük israfı olarak gözükürdü.
Beş vakit namazını camide kılan, başı yerde, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bir adamdı. Halim selimdi, ne desek yapardı. Esprili, sevimli biriydi. Sevdiklerini sevindirmeyi severdi. Dedemiz değil aksakallı bir küçüğümüz gibiydi. Zamanla en küçüğümüz hâline geleceğinin habercisi miydi bu?
Yaşlanıp dükkânını kiraya verdiğinde evde daha fazla vakit geçiriyordu. Namaz vakitlerine ayarlı bir ömrün son saatlerini yaşar gibiydi. Bir kış günü camiye gitmek için çıktı ama gece yarısına kadar gelmedi. Annemgil her yere baktı, sordu soruştu, karakola, hastaneye gittiler ama hiçbir yerde bulamadılar. En son, Afyon’un bize en uzak muhitlerinden birinde ücra bir sokakta bulduklarında yürümekten bitap düşmüştü ve donmak üzereydi. İnli Balıklı Göl’den Kocatepe’ye dek yürümüş ama kırk yıllık evinin yolunu bulamamıştı.
Çok geçmemişti ki bir gün odasından hiç olmadık biçimde bağırtısını işittik. İçeri girdiğimizde onu biriyle kavgaya tutuşmuşken bulduk: Kendisiyle. Gardırobun aynasındaki adamı bağırarak itekliyordu: “Çekil önümden be adam!..” Unutkanlıkları arttı, kayboluşları çoğaldı. Bir gün uzun bir gaybubet yaşadıktan sonra bulduğumuzda “Dede neredesin?!” diye telaş ve öfkeyle sorduk, o ise gülümseyerek cevapladı: “Ayakkabımın içindeyim…”
Hafızadaki heyelan git gide hızlandı ve ilaçlarla bile gündelik hayatını idame edemez hâle geldi. İyice çocuklaştı ve masumlaştı. Ninniler söylüyordu. Annesi için ninniler. Annesini dizlerinde uyutuyordu. Doğarken kaybettiği, yüzünü hiç görmediği annesini.
Son aylarında hiç kimseyi hatırlamıyordu, ben hariç. Sadece beni gördüğünde bir isim zikretmiş oluyordu. Sonra Kadın-erkek, genç-yaşlı kimi görse Zülâl demeye başladı. Herkes Zülâl’di artık. Bunun sebebini birazdan daha iyi anlayacaksın; en çok beni dert etmesiyle ilgili bir durumdu bu. En küçük torununu dert edinmesiyle.
Beşerîlikten arınıp da meleksi bir bebeğe dönüşünce bazen ötelerden gelen mesajları insanlara iletircesine kelamlar dökülürdü ağzından. En azından benim için öyleydi: “Seni oraya gönderen Allah’tı!..”, “Başına gelen Allah’tandı, kimseye kızma!..” Hem de en düştüğüm zamanlarda söyleyecekti bunları. Tam da o günlerde.
Vakit birimleri iyice şaştı, vakitli vakitsiz, abdestsiz namazlar yerini yemek yemeyi unutmalara bıraktı. En son yutmayı da unuttuğunda onun için gitme vaktiydi. Annesinin yanına masum bir bebek olarak yatırıldığında herhalde hayatının en mutlu günüydü.
Anneannemin ise en kötü günü. Karı-koca gibi değil de iki asker arkadaşı gibi severlerdi birbirlerini, biraz kaba saba, gürültü patırtılı ve eğlenceli. Dedemin yanında onu severmiş gibi gözükmezdi hiç ama arkasından “Cemal’im!” der dururdu. Bir yere gidecek olsa boynu bükük kalırdı. Gizli gizli dedemin atletlerini kokladığına çocuk gözlemciliğimle tanık olurdum.
Aslını sorarsan ikisi de birer masal kahramanıydı. Bir aşk masalının iki kahramanı. Köyün varlıklı ailelerinden Hüsniye, köyün en yoksul ailelerinden Cemalgile gelin gider mi? Üstelik kendi ayaklarıyla kaçar mı?.. Kahramanca bir atılım. Köyün en güzel, en gözde kızı Hüsniye, işsiz güçsüz Cemal’in nesine kaçmış ki? Müstakbel görümceleri akranı ve arkadaşıymış, onlar ayartmış diyorlar. Cemal dedem kahvedeymiş; eve geldiğinde Hüsniye ninemi görünce şaşalamış ama “Hoş geldin!” diyecek dirayeti gösterebilmiş.
Anladığım kadarıyla Hüsniye, Cemal’in kalbindeki masumiyeti gördü. Köy yerinde peşinde gezişindeki, onu bir gölge gibi takip edip her duvar ardında söyleşmeye çabalayışındaki ısrarın samimiyetini anladı. Cemal’in sevgisini sevdi. Bakmadı başka şeye. Sevgi varsa varsın yoksulluk olsundu.
Gelgelelim annesi hiç de öyle düşünmüyormuş, kızını evlatlıktan reddetmiş, 30-40 sene. Hanim imiş annesinin adı, aristokrat, tam bir hanım ağa. Sert, mesafeli, mağrur bir kadın. Köylüler ona “Şeherli!” diyormuş. Çocukları gençliğinde de sevmezmiş. En sevmediği çocuk da bendim. Beni görünce şöyle derdi: “Zilli! Geldi yine!..”, “Zıbıkçı!..” Manasını bilmiyordum ama berbat bir şey olduğuna emindim. Büyüdüm, sözlükler karıştıracak yaşa geldim, cesaret edip de bakamadım. Baktığımda ise şöyle dedim: İnşallah büyük ninem bunun manasını bilmeden kullanmıştır.
Kızının yokluk içinde yaşamasına göz yummamış, gözünü direyip keyifle bakmış. Sonunda Cemal ile Hüsniye şanslarını denemek için şehre göç etmişler. Afyon uğurlu gelmiş gariplere, hâlleri git gide iyileşmiş, orta hâlli bir aile seviyesine yaklaşmışlar. Ninem annesi gibi biraz huysuz ama tatlı bir kadındı. Hep göz alıcı bir güzellikteydi. Ne çektiği ne çekeceği çileler onun neşesinden ve gülüşünden büyük hisseler götürebilmişti. Yıllardır şehirde yaşayan bütünüyle köylü bir kadındı. Köylülüğü küçümseyici bir sıfat olarak kullanır Beyaz Türkler ve bilumum beyazlaşmış İslamcılar dahi; ben asla küçümseyemem. Küçümsemek bir tarafa kentlilerden üstün gördüğüm çok yanları vardır. Sadece doğallıkları bile tüm kent kültürüne bin basacak ağırlıkta bir sıklettir benim için. Hüsniye ninem, gördüğüm hiçbir kentlinin hayalini kuramayacağı kadar doğal bir insandı. Nasıl çalışkandı eskiler, akıl alır gibi değil. Yorulmak bilmezlerdi. O nasıl bir evcimenlik, “işçimenlik”. Ekin-biçim işlerini hiç bırakmadı ninem, hep bir yerlerde tarlalar kiraladı, hasatlar topladı, götürdü çarşılarda sattı. Cemal dedemden daha iyi kazanıyordu hatta. Tarladan çarşıya, oradan eve, bazlamalar, gözlemeler, yufkalar… A kadın, sen yorulmaz mısın? Hayır, sesi kuşluktaki gibi şakrak, yüzü bayram günü gibi şen.
Çok konuşkandı. Küfürbazdı, “Ocağı sönmeyesiceler!” en adaplı sözüydü. “Eşşeğin şeyi!” derdi mesela. Şey yerine en galiz kelimeleri fütursuzca kullanırdı. Severdi belden aşağı konuşmayı. Ama kaba kaçmazdı, güldürürdü insanı.
Dindar mıydı? Galiba. Namaz kılardı evet. Ama sanırım yarım yamalak okurdu duaları. Bir sabah namazında hiç unutmuyorum, ezan okunuyordu, niyeyse uyanmıştım, o çocuk aklımla gidip uyandırmıştım: “Nine kalk, ezan okunuyor, namaz kıl!” Bana çıkışıp arkasını dönmüş, horuldamaya devam etmişti: “Kâhyası mısın?!..” Onun da ne dediğini çözememiştim ama büyüyünce en çok güldüğüm çocukluk anılarımdan biri olacağını daha ömrümün seher vaktinde anlamıştım.
Biraz