BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE. Bülent Tokgöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE - Bülent Tokgöz страница 10
Babam bir istisna olmak için elinden geleni yapmış biri değildi. Eğer ki denemişse vazgeçmişti. Bir ayyaş çocuğu olarak doğmamıza vesile olmanın utancıyla belki, somurtuktu yüzü hep. Üstelik bir tek Y kromozomunu bile çocuklarına aktarmayı başaramamıştı. Eve sadece uyumak için gelmesinin sebebi, bizim dişil yüzlerimizi görmemek içindi sanırsam… Baba, hayatımdaki en büyük boşluktur. Öyle bir boşluk ki içi tıka basa kahredici bir kahır, mihnet, hınç, yalnızlık ve umutsuzluk doludur.
Bizimle bir dünyası yoktu adamın. Kiminle nasıl bir dünya kurmuştu bilmiyorduk ama bizimle bir dünyası yoktu. Sık sık elektriklerimiz kesilirdi; sobamız da bizim kadar açtı; dördümüz battaniye altına girip ısınmaya çalışırdık. Dayımla halam, Hüsniye nineme baskı yapıp bize yardımda bulunmasına mani olurlardı. Direnmeyelim, teslim olalım, böylece zorbanın zaferi hep birlikte sülalece kutlanabilsin. Hint filmlerine rahmet okutan bir senaryoda açlıktan nefesi kokan ve donmak üzere olan figüranlardık.
Gitti bir yıl gelmedi, 1 yıl; sonra hiçbir şey olmamış gibi geldi, kaldığı yerden devam etti zorbalığına, tiranlığına. Bir gün araya girdim, çok garip değil mi, ilk kez kavgaya atıldım, tokatlanan annemin önüne geçip babama var gücümle bağırdım. Ne dedim hatırlamıyorum ama evin savaş tarihindeki en özgün sahneydi. Tüm taraflar silah bırakıp donakaldı. Sonra babam kendini toparlamaya çalışarak şöyle dedi: “Sen bana bunları söyleyemezsin, bana baba bile demiyorsun!..”
Babamdan duyduğum en müşfik sözlerdi bunlar. Meğer ne kadar da incitmişim onu baba bile demeyerek. Kızım bile demeyerek incittiği canları göremeyecek denli bencilliğin gayyasındaki bu adama hiçbir dilde hiçbir kelam tesir etmezdi. Ne beşerî ne ilahî. Babası gibi varını yoğunu zevk ü sefa için harcamaktan başka bir gailesi bulunmuyordu ki.
Varı, üç kuruşluk maaşıydı, yoğu da bizdik. Bizi çoktan harcamıştı. Başka kadınlarla annemizi aldattığını anlayacak yaştaydık artık, ablalarım daha çok anlıyor ve ondan daha çok nefret ediyorlardı. Ve bu yüzden daha asabi, daha gergin ve bedbaht idiler. Tez elden evlenip zulümden kurtulmak istemeleri bundandı. Bu telaşla yepyeni zorbaların boyunduruklarına girme pahasına. Ah gülmemişlerim, ah bahtı siyahlarım.
Anne acizliktir. Hiçbir işe yetişememek, hiçbir yaraya merhem olamamak, hiçbir arzusuna nail olamamaktır. Onu en sessiz hâlleriyle hatırlamak istiyorum, en sakin ve mesut. Sofra bezinin üstünde fasulye çitlerken veya dolma doldururken, namaz kıldıktan sonra tespih çekip avuç açarken, en çok da saçlarımı tararken. Anne, tamamlanmamış bir dantela, pasaklanmış, bakımsız bir yazmadır.
Annemin çilesinin sebebinin biz olduğumuzu bilmek daha bir mecalsizleştiriciydi. Annem gidemiyordu çünkü biz vardık. O valizden daha ağırdık hepimiz, o yüzden gidemiyor, geri geliyordu. Zamanla sadece kendimi suçlamaya başladım, en küçük ben olduğum için. Biraz büyük olsaydım ayak bağı olmayabilirdim anneme. Şu hâlde bir an evvel büyümeye bakmalıydım. Çocukluk bir an evvel savmam gereken bir merhaleydi. Çabucak savdım. Gözlerimi açtığımda annesinin hamisi bir kızdım. Bir kadın.
“Bıcır bıcır, hiç susmayan bir çocuktun” derdi annem çabuk geçen çocukluk merhalem hakkında. Sonradan suskunlaştım, durgunlaştım. Bu durgunluğum benim varoluş tarzım, başkası gelmiyor elimden. Belki bir mucizeyle sıyrılabilirim bu sükût orucundan. Bir aşk ezanıyla. Ah min’el-aşk… Gene suskuya bürünesim geliyor, dilimin bağı senin yanında bile tam çözülmüyor Zahit.
Kendimi bildim bileli bir duygusal tükenmişlik vardı bende. Mecalsizdim, yaşamaya mecalim yoktu. Buzlaşıyordum. Babam eve adım atar atmaz kanım donuyor, ufacık varlığım buz kesiyordu. Ağlamıyordum, bunun bir faydası olsa anneme olurdu. Büyük bir savurganlıktı gözyaşları cidden. Sızlanmıyordum da. İnsanı çok çirkinleştiriyordu bu, özellikle de kadını. Dudaklarını büzmemeliydin, bozulmamalıydı zarafetin. Güzelce susmalıydın.
Dişlerimi sıkmama ve kollarımın uyuşmasına karşı ise bir tedbirim yoktu. Dilimin uyuşmasına karşı da. Neyse ki bunlar dışarıdan pek görünmüyor, belli olmuyordu. Sükûnetimin arkasında fırtına öncesi ve sonrası tedirginliğimi saklayabilirdim. Ağız sağlığım gençliğim boyunca felâket idiyse sebebi o diş sıkmalardı. Dişçi koltuğunda çektiğim her acının en kötü yanı o günleri mecburen anmaktı. Yine de en berbatı o uyuşmaydı. Büyük bir savunmasızlıktı uyuşma. Bak gene geri geldi bile. Kollarımda ve dilimde… Bana bir su alır mısın Zahit?
Kızları erkence evlendi, ben de kocaman oldum, ergen kızdım, annemi boşanması için cesaretlendirdim. Hem fiilen hem kavlen. Gerçekten de tek celsede boşandılar, aynı evdeki bu iki yabancı, bu iki can düşman, birbirinden azat oldular ve herkes bunun müsebbibi olarak beni gösterdi. Anneannemden dayıma, babamdan komşulara kadar herkes. Bense bununla gururlanmadım ama gocunmadım da. Ben annemin yanındaydım ve annemin boşanması gerekiyordu. Hepsi bu.
Annemle baş başaydım şimdi. Zorba gitti yaşasın özgürlük! Öyle san. Annenin şiddetinden beni kim koruyacaktı peki? Biz çocuklar babamızdan doğrudan şiddet görmemiştik ama annemiz cidden öldüresiye döverdi baştan beri. Sudan sebeplerle. “O bardağı niye oraya koydun!..” Bu vahim kabahat, doğrudan suratına inen sert darbelerin, en ağır hakaretlerin mazereti olabilirdi. Annemin küfürleri can yakıcıydı, anneanneminkiler gibi değil.
Ablalarım gibi onu yargılamaya kalkmadım, anladım onu. Bize “Niye gülüyorsunuz!?” diye çıkıştığında, gülmeyi sevmediğinde onu anlamam gerektiğini anladım. Mutsuzluğundan ötürü kendini temizliğe vuruşunu da. Bu bıktırıcı titizliğinin, tertip düzen hastalığının mantığını da. Ablalarımla parmak ucunda geçerdi günlerimiz annemizin yanında… Şimdi tek başıma bale yapıyordum evde.
Benim bu yargısızlığım, sorgusuzluğum büyüyünce de devam etti. Kimseyi ne suçladım ne de kınadım. Dinledim, anladım ve sustum. Bu yüzden büyük hatalar yapıp günah çıkartmak isteyen herkes en çok bana geldi. Kötü haberler en evvel bana iletildi. Çünkü şaşırmam ben, infiale kapılmam, olağan karşılarım. Bu da muhataplarımın arayıp da bulamadıkları bir normalleştirmedir. Onlara yaptığım bir iyilik değildir bu. Elimden başka türlüsü gelmediğindendir.
Boşandıktan sonra daha huzurluydu. Daha sakin, iyimser, gülümser. Gerçi hâlâ geçmişe bakamazdı. Geri dönüp bakmak, annem için boynunun kırılması kadar acı verici bir eylemdi. O yüzden ben de sevmem aslında geçmişe bakmayı. Uzun yıllar içten içe yaptım hesaplaşmamı ve o defterleri kapattım aslında. İnan senin hatırına şimdi deşiyorum kapanmış yaralarımı. Kimse için katlanmazdım buna. Çünkü yaranı göstermek zayıflıktır. Bir daha iyileşemeyebilirsin. Dilediği an kanatabilir dostun.
Annem çalışmaya başladı, annesi gibi pazarda bir şeyler satarak işe koyuldu ama genlerindeki direngenlikle işini adım adım genişletti ve kendi ayakları üstünde sağlamca duran biri hâline geldi. Onun müthiş biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını ben de beklemiyordum. İlkokul mezunu beş parasız hatun, Afyon’un en başarılı iş kadını olup çıkmıştı.
Sana ilginç bir şey anlatayım. Annem nadir de olsa keyifliyken şu tür ifadeler kullanırdı: “Ben İngiltere’deyken!..” Pencerenin önünde oturur, yoldan geçen güzel bir aracı göstererek “Bu araba da benim!” derdi. Tabiki de uyduruyordu ama kadında bu vardı, gerçekten vardı; ülkeler dolaşmak, kendi ayakları üstünde