BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE. Bülent Tokgöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE - Bülent Tokgöz страница 9
Kimseyi kendisiyle aynı şeyi yapmaya çağırmıyordu. Kendisini başka bir şeye, mesela tövbeye, nedamete, ibadete çağıran kimseye de kulak asmıyordu. Zevk ü sefaya giderken nasıl tebessümle gözlerden kaybolmuştuysa zikr ü taate çağrılırken de öyle kayıplara karışıyordu. Dünya didişeceği bir yer değildi. Sevişeceği bir yerdi. Bir de sarhoş olacağı.
Hayli ihtiyardı ama saçı bıyığı nasıl oluyorsa hâlâ gür ve alabildiğine siyahtı. Her hareketinde bıçkın bir delikanlı edası vardı ve cidden çok ama çok yakışıklıydı. Hatırımda ona dair hiçbir somut anı yok ama yıllar sonra Kütahya’nın Pınarları türküsünü dinlediğimde o eski hovardanın her hareketinin bu türkünün edasına büründüğünü fark ettim. Muhtemelen bu tür türküler eşliğinde demleniyordu ve yudum yudum içselleştirip tüm beden toprağını o ezgilerle suvarıyordu.
Karısı yani babaannem beş çocukla varlık içinde yokluk çekmenin ıstırabını nasıl hazmetmişti? Abartarak. Her şeyi ne kadar abartarak anlatıyordu. Bu gözüme çok batıyordu ve sebepleri üstüne çok düşündüm. Kadıncağız hayatındaki yetersizlik duygusunu hayatındaki her şeyi abartarak telafi etmeyi deniyordu. Sanki hiç kötü bir şey yaşamamış, hiçbir kötülüğe maruz kalmamış gibi, tüm itilmişliğini yok sayarak. Hayatta kalma refleksi olsa gerek bu… O da eker biçer, pazarda satarak çocuklarına bakarmış. Kocası o meyhaneden bu kumarhaneye gezip dururken. Sükûnet ve metanetle.
Kocasının tıpatıp aynısı bir oğul dünyaya getirmesi ise onun suçu değildi belki ama bizim cezamızdı. Hikmetini bugün bile anlamakta güçlük çektiğim bir ceza. Oğlu kocasının yaptıklarının aynısını, kat be kat fazlasını anneme yapacaktı ama o cefakeş kadın çıtını çıkarmayacak, onu da yok sayacaktı. Geliniyle duygudaşlık kurup yanında durmak yerine onu suçlayacak, fiilen oğlunun sırtını sıvazlayacaktı. Çünkü ona göre kadın susmalıydı. Ölse, öldürülse bile. Dayaktan veya kahırdan.
Kütahya’dan niye gelmişler? Babamın tayini Afyon’a çıkmış, tapu kadastro memuru olarak. Büyükbabamgil sıfırı tüketince bekâr oğullarının yanına taşınmışlar. Halam da yanlarında. Dayım halamı görünce abayı yakmış hemencecik. İstemeye gitmişler. Şimdi duyduğuna inanamayacaksın: “Biz de sizin kızınızı oğlumuza alırsak kızımızı oğlunuza veririz!” Haydaaa! Burası Siverek, Silopi filan değil dikkatini çekerim, Ege’nin dibindeyiz ama düpedüz berdel öneriyorlar ve kabul de ediliyor. Çifte düğün yapılıyor, dayımla halam, babamla annem eşzamanlı dünya evine giriyor.
15 yaşında büyük ablamı, 17 yaşında ablamı, 20 yaşında da beni doğuruyor annem. Ta nişandan itibaren dikiş tutmayacağı belli bir ilişki için fazla hızlı ve verimli bir sonuç. Senelerce didinmelerine rağmen çocuk sahibi olamayan mutlu evlilikleri gördükçe mikrobiyolojinin kanunlarının çok matrak olduğunu düşünürüm.
Annem, abi dayağından kaçarken koca dayağına yakalanmış. Dayım yoktan yere çok hırpalarmış annemi. Dünya evine girince görevi babam devralmış. Ben annemin karnındayken tanışmışım dayakla. Erkekle. Erkeğin gadrine ben dünyaya gelmeden önce uğramışım.
Dayak, üstüne üstlük yokluk. Adam kazandığını nerede, nasıl yiyor bilinmez ama eve geldiğinde eli boş geliyor ve metelik koklatmıyor anneme. Şöyle anıyordu annem o günleri: “Bir şey bulursam size yedirirdim, ben aç yatardım. Çok aç geceledim, çok aç yattım. Ama bunun normal bir şey olduğunu sanırdım. Derdim ki evlilik demek ki böyle bir şey. Kocalar böyle oluyor. Yapacak bir şey yok!..” Bir komşumuz varmış, akşam yemeklerine çağırırmış; annem “Karnım orada doyardı” diyordu.
Alıp başını gidesi vardı annesigile ama dayım onu öldürür diye korkuyordu. Annesi de sahip çıkar bir havada değildi, baş eğmesini öğütlüyordu. Şu var ki annem çocukları olduktan sonra hayırsız kocasına dikilmeye başlamıştı. Dişli bir kadındı, çatır çatır mücadele etmesini öğrenmişti ama korkuyordu da. Babamın geldiği her gün evde hepimiz can havline düşerdik. Biz yani tüm kadınlar. Annem hepimiz için en önde savaşırdı. Biz sadece o gece nasıl kaybedeceğimizi merak ederdik. En az hasarla, morartıyla atlatması için.
Devrilen sofralar, duvarlarda patlayıp saçılan kavanozlar, kırılan sandalyeler. Ben sadece tokat hatırlıyorum. Serinkanlı bir edayla atılan, asker döver gibi, sert tokatlar. Ablalarım sonradan “Tekmelerdi annemi, hatırlamıyor musun?!” diye soracak ama ben hatırlamayacaktım. Sanırım bünyem sadece o kadarlık bir acıyı kaldırabileceği için hafıza deposuna sadece o kadarını atıyordu, fazlasını unutuş değirmenine yolluyordu. Orada öğütüldükten sonra ne yapıldığını bilmiyorum.
İçkili hâlini hiç görmedim babamın. Annem ondan nefret etmemizden memnuniyet duysa da o hâlde görmemizi istemiyordu. Sarhoşsa mutlaka odasına kapatmanın bir yolunu bulurdu. Babam da sarhoş hikâyelerinin çoğunda olduğu gibi içtiğinde saldırganlaşmazdı. Sarhoşluk ateşkes sebebiydi. Yatak odasında sessizce sızmasının bir mahzuru olmadığı hususunda tüm taraflar mutabıktı.
Abisi, bunu bal gibi bilirdi ama sırf kendi evliliği zarar görmesin diye kız kardeşinin ve yeğenlerinin zulüm altında susmasını istiyordu. Dindar dayıcığım! Öte tarafta hesap-ceza gününde senin bütün namazlarını bile bana verecek olsalar bir tekini bile almam. Hepsi senin olsun. Bize cehennemi yaşattın, var git cennetine, senin amellerinle gireceğim bir cennete dahi talip değilim.
Annemin gözünün içine bakardım. Oradan okurdum tüm gelişmeleri, gidişatı. Azalan ve artan oranlarda hep endişe, korku ve mutsuzluk vardı. Bir gün şiddetli bir kavga yaşandı, darp, küfür-kâfir, feryat figan. Muzaffer kumandan ganimet olarak bizim yüzlerimizdeki korkuyu da alarak evi terk ettiğinde annem ilginç bir şey yaptı: Ertesi gün babam geldiğinde gardıroba saklandı. Evden kaçmış havası vererek. Babam geldi, eve baktı, biz sus pus ona bakıyoruz, sormadı bile anneniz nerede, bir şeyler yedi içti, çıktı gitti… Annemin o gardıroptan çıkışı yaşadığı en gurur kırıcı hezimetti.
Bir gün, yedi yaşındayım, valizi topladı, ablalarıma dedi ki “Siz okulunuza gidin!”, bir eline valizi aldı, bir eliyle de elimi tuttu, çıktık. Bana hiçbir şey demedi, sessizce yürüdük. Gene yüzüne baktım, gitmek istiyordu ama bir yandan da keşke bir şey olsa da geri dönsek diyordu. Terminale vardık, bank gibi bir şeyin üstünde otururken iyiliksever komşumuz çıkageldi, bir şeyler söyledi, direnmedi annem; gene bir elinde valiz, bir elinde ben, geri döndük… Annem bunları hatırladığımı bilmez, ben de hatırlamıyor gibi yaparım hâlâ; bir kez daha üzülmesin diye.
Babamla iletişimimiz yoktu, sıfır temas, sıfır diyalog. Suçumuz dişi olmaktı. 44+XY yerine 44+XX, hepsi bu. Annemizin rahmindeki zigotun hangi kromozoma denk geldiğine bağlıydı her şey, pamuk ipliğinden daha ince ihtimallere. Böyle buyuruyor Embriyoloji. Farkı tayin eden Y kromozomudur ve işe bak ki o da erkekten gelmektedir. Y gelmeyince dişi olduk. Anlayabiliyor musun farkı, oluş hâli erkeğe özgüdür, dişilik hâli bir olamayıştır esasında. Olamadığımız için dişiyiz bizler.
Y’nin gelmemesi veya gelmesi, işte bütün mesele bu. Bir tek kromozomluk fark enikonu. Hormonal