BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE. Bülent Tokgöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE - Bülent Tokgöz страница 13
Doktor Şeriatî “Sizi rahatsız etmeye geldim” diye başlıyordu söze. Tıpkı Sokrat gibi. Bu, onunla aramda ikinci şifre gibi belirdi. Kitabın adı ilk özel şifremizdi: İnsanın Dört Zindanı. Bana doğrudan Eflatun’u, mağara alegorisini ve zincirleri anıştırmıştı. Neydi insanın dört zindanı peki? Tabiat, tarih, toplum ve benlik. İnsan bu dört zindanda Eflatun’un mağarasındaki miskinler gibi prangalıydı. Ben Şeriatî’de de o sıkışmışlığı ve sıkışmışlığa itirazı hemen keşfettim. Biz aynı ruh sancıları duyan özel insanlardık. İki insan vardır diyordu kendisi de; biri biyolojinin sözünü ettiği insan, diğeri de şiirin ve dinin.
İnsan, tabiat zindanından alet yaparak, tarih zindanından gerçeği keşfedip yükleri atarak, toplum zindanından el âlem ne der putunu kırarak kurtulur. Zindanların en zoru ise benlik zindanıdır, insanın kendisidir. Oradan bilimle kurtulamaz çünkü bilim de tutsaktır, nihayetinde bir tutsağın elinden çıkmadır. İnsan benlik zindanından ancak aşkla çıkabilir. Aşk. Ben o kelimeyi de bir sosyologdan öğrendim ilkin. O gün sosyolog olmaya, İstanbul Üniversitesi’ne gitmeye karar verdim.
Aşk aradığım kelimeydi. Hayatım boyunca arayacağım şeyin adıydı. Şeriatî’nin hangi manada kullandığına bakmaksızın ben kendi keşfimi yapmış ve benlik zindanımın anahtarının nerede olduğunu öğrenmiştim. O aşkı karşılıksız feda manasında kullanıyordu, insan o vakit özgür ve yüce olma aşamasına erebilir diyordu; bense daha ilk satırlarda kendi aşk tanımımı yapmıştım: Aşk tanımsızlıktı. O kadar muhteşemdi ki tam olarak ne manaya geldiği bilinmeksizin bile insanı en karanlık zindandan kurtarabilirdi. Onun sırrı tanımlanamaz oluşuydu. Onda feda vardı ama fedanın ötesinde bir oluş ve buluş hâliydi. Erişilen bir makam değil başa gelen bir hâldi. Başıma gelmesi için aranıp duracağım hâl.
Şeriatî hakkında hiçbir şey bilmiyordum, öğrenmem yıllarımı alacaktı. Kitabının çok yanlış öncüller içerdiğini, tabiatın da tarihin de toplumun da benliğin de zindan olduğu kadar birer imkân ve yurt olduğunu öğrenmem de yıllarımı alacaktı. Devrimci gerekler için alelacele hazırlanmış bir tezdi Şeriatî’ninki. Yine de benzeşleri arasında en insancıl, en romantik ve evrensel olanıydı. Sartre onun hakkında diyordu ki: “Bir tanrıya inansaydım bu Ali’nin tanrısı olurdu.” Ben de İslamcı olsaydım bu Ali Şeriatî’ninki türünden bir İslamcılık olurdu. Endişeli, eleştirel ve evrensel. Batı’ya vakıf ama bağımsız. Cemil Meriç’in tabiriyle de “kilisesiz”. Bir Vatikan’a biat etmeksizin. Diz çökmeksizin kerameti kendinden menkul papalar karşısında.
Demem o ki Şeriatî hangi kusurlu tezi taşırsa taşısın beni aşkla tanıştırmıştı. Ve din’le. İlk kez onunla din alışılageldik kalıpların dışında, gerçekten anlaşılmaya ve yaşanmaya değer bir şey gibi gözüktü. Sivaslı olduğum, Sünnî ve Türk olduğum için bir dinin içine doğmuştum ama o doğduğum dünyayı keşfetmek ve içselleştirmek için Şeriatî gibi aykırı bir zekânın itmesine ihtiyacım vardı. Benim İslamcılığım bundan ibaretti. Zaten içine doğduğum dini farklı bir bağlamdan, dolayımdan hareketle anlama çabası, hepsi bu. Yer yer onlarla kesişiyordum ama ben hep kendi yolumca yürüdüm. Daha kadim, daha emin, daha az ideolojik, daha az modern olan, daha otantik bir yoldan. Kalabalıklarca da pek tercih edilmeyen, ince, sarp patikalardan.
O patika beni imana ve Mümin’e götürecekti nitekim. Aylardan mayıstı, lise sondaydık, derslerden ve yaklaşan ÖYS sınavından dolayı yorgunduk, kaçacak yer arıyorduk. Koyulhisarlı bir arkadaş vardı sınıfta, “Gelin bizim yaylaya gidelim hafta sonu, kendi aramızda inceden piknik yapar, biraz temiz hava alır geliriz!..” Ben kırların davetine oldum olası müheyya idim, olumlu cevap veren ilk ben oldum, iki arkadaş da kabul edince cumartesi sabah erkenden çıktık yola. Sivas’ın kuzeyine, Karadeniz’e doğru yol tepmek çok heyecan vericiydi. Hava daha fazla içimi açıyor, o dağlarda beni çeken çok özel bir şey olduğunu yakinen biliyordum. Biri oradan çağırıyordu beni. Çağrılanlardan mı olmuştum, nedir?
Koyulhisar’dan Kelkit Çayı geçiyordu. Yeşilırmak’a karışıp oradan Karadeniz’e dökülen çay, geçtiği vadilere can verse de her sene onlarca can da alıyordu. Yol ile çay birbirini geçmek için inatçı bir yarışa girmişti. Hayat ve ölüme benzetiyordum ikisini; yan yana, iç içeydiler, arada bariyer de yoktu. Derken önümüzdeki emektar bir Murat 124, yarı uykulu tefekkürümü tasdik etmek için direksiyonu aniden yolla çay arasındaki yamaçtan aşağı kırdı. Hiç frene basma gereği duymaksızın araba gözlerimizin önünde tepeden yuvarlanan bir tekerlek gibi çayın içine balıklama daldı.
Minibüsümüzün şoförü arabasını hemen sol tarafa, dağın dibine çekip aşağı atladı. “Eyvah!” diye feryat ederek “Kelkit Çayı aldığını vermez! Gitti adam!..” Buna rağmen şu telaşı bile ufak da olsa bir umut işaretiydi. Tam da suların coştuğu zamandaydık, Murat 124 Bermuda Şeytan Üçgeni’ne kapılmıştı sanki, bir tek hava kabarcığı dahi gözükmüyordu. Bu gidişle kısa zamanda Karadeniz’e kavuşurdu, yoldan gitse kavuşacağı vakitten bile erkence.
Mihmandarımız olan arkadaş, Mustafa, en hızlı koşanımızdı. Bizi o davet etmiş olmasa o kaza olmayacakmış gibi bir hissiyatla hareket ettiğini sezdim, arkasından yetişip arkadaşım senin suçun değil ki, biz bugün buradan geçmeseydik de o Murat 124 bu sularda sürükleniyor olacaktı demek geliyordu içimden. Bu yüzden koşuda ikincilik benimdi; nereye kadar koşacaktık bilmiyorum ki, Karadeniz’e kadar mı? Virajı çayla beraber aldığımızda coğrafya soruma cevap yetiştirdi: vadi burada genişlemiş, dar bir ibrikten dökülen sular burada leğen içindeki gibi yayılmıştı.
Çayın yanına indiğimizde hiçbirimizde tek hecelik nefes kalmamıştı. Gözlerimizi açmış, avcılar gibi sudaki en küçük bir alamete kilitlenmiştik. “İşte!” diye bağırdı biri, minibüsteki diğer yolculardan biri. “İşte” kelimesi üstüne düşüncelere daldığımı hatırlıyorum şu an. Bu gösterme zarfının kökü neydi, bu kadar hayatî bir muhtevayla tarihte kim bilir kaç kez bu şekilde nida edilmişti.
“El ele tutuşup zincir olalım, yakalayalım onu!..” Minibüs şoförü zincirin ilk halkası oldu, çayın ortasına kadar adım adım ilerledi. Bir gün kendisi de bu sulara düşerse böyle gayretkeş birilerinin imdadına mazhar olmak ümidiyle veya sınıfsal bir dayanışma ile mi bunu yapıyordu?.. Hep bu okuduğum kitaplar bana sorduruyordu bu gıllıgışlı soruları. “Ahan da yakaladım kemerinden, çekin gardaşlar çekin!…” nidası ile kendimle konuşmama son verebildim.
Askerliğini sıhhiye olarak yapmış sıhhati hiç de yerinde gözükmeyen yaşlı bir amca, adının Hacı Murat olduğunu tahayyül ettiğim mutsuz adamı uçuruma ters yatırıp karnındaki suları kusturdu, kalp masajı yaptı, suni teneffüs bile yaptı besmele çekerekten. Hacı Murat çok istekli olmasa da hayata döndü, kesin dönüş işlemleri için onu minibüsümüz tam gaz Koyulhisar devlet hastanesine yetiştirdi. Acil’in önünde sıralanmışken hepimiz altını ıslatmış oğlan çocuklarına benziyorduk, hemşireler ve hastalar bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı.
Mustafa’nın keyfine diyecek yoktu. Bizi bugün bu geziye getirmese Hacı Murat soluğu Karadeniz’de alacak, bir daha da veremeyecekti. Kelkit Çayı’nın elinden can almak az bir nam değildi ve bizim acemi izci ekibimize nasip olmuştu. Mustafa oracıkta hemen bir dükkândan ekmek ve nevale alıp arabacıyla anlaşarak bir an evvel yaylanın yolunu tutmaktan yanaydı, “Elbiselerimizi orada ateş yakarak kuruturuz, burada nere gidelim?!..”