BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE. Bülent Tokgöz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу BİR AŞK BİR ÜLKE BİR GECE - Bülent Tokgöz страница 12
Beni nasıl keşfetti?.. Bir gün dedi ki: “Sokrates’e niye ‘Atina’nın at sineği’ diyorlardı? At sineği… Kim bilecek bakalım?” Kimse el kaldırmadı, ben çekingenlikle kaldırdım. “Söyleyin Zahit Bey!” dedi, böyle hitap ederdi, erkeklere bey, kızlara hanım derdi, bu da çok kendine özgü bir tavırdı; hoca muhataplarına bir kalite atfediyordu. Resmiyetten ziyade seviye… Zahit Bey olarak dedim ki: “Rahatsız edici sorular soruyor, insanları huysuzlandırıyor diye at sineği demişler.” Nereden bildiğimi sordu, “Bilmiyorum, tahmin ettim” dedim. Gözlerinin büyüdüğünü, gözlerinde büyüdüğümü fark ettim hemen. Ondan sonra gözü hep üzerimdeydi.
Ne kadar geçmişti hatırlamıyorum bir gün başka bir şey oldu. Eflatun’un mağara alegorisini anlattı, sanıyorum doğrudan Devlet kitabından okudu, mikrofonik sesiyle. Mikrofonikti, spiker gibi konuşurdu ama tonlama diye bir şey yoktu garip biçimde. Her cümle aynı şekilde başlar ve biterdi. “Ali topu at” ile “Ben sana mecburum, bilemezsin” arasındaki vurgu farkını sesine yansıtamaz veya yansıtmazdı. Ses tonundan bir manaya varmak imkânsızdı o yüzden; manayı manaya bakarak yakalayabilirdin; belki de bu yüzden böyle bir ses tonunu seçmiş, böyle bir tekdüzeliğe kendini mahkûm etmişti. Adam memlekete felsefe öğretmek için ses tellerini feda etmiş olabilirdi.
Ne anlatıyordum, ha mağara mecazı. Okudu pasajı, sonra dedi ki: “Buradaki mağara nedir, zincirler neyi, gölgeler neyi anlatır?” Gene kimse el kaldırmadı, ben kaldırdım ama bu sefer eski çekingenliğimle değil, hocanın çok hoşlanacağı bir şevkle: “Mağara toplumu, zincir kuralları, gölgeler de sorgulanmamış doğruları temsil ediyor…”
Bu sefer tahmin yürütmemiş, metnin bunu fısıldadığını işitmiştim. Bir mağarada olduğumuz, zincire vurulmuş vaziyette duvardaki gölgelerimizi mutlak gerçek sandığımız metaforu başımı döndürmüştü. Sivas’la, halkımla bir sorunum yoktu ama dünyayla ciddi bir sorunum vardı ve Eflatun o sorunu tanımlamam için çok şairane bir tasvir yapmıştı. Bunu bir okuyuşta, daha doğrusu dinleyişte anlamam Nejdet Hocayı mest etmişti. Zahit Bey, o gün hiç övülmediği kadar övülmüş, hiç saygı duyulmadığı kadar saygıya mazhar olmuştu. Artık ben seçilenlerden olmuştum.
Bir gün derse geldiğinde bir kucak dolusu kitabı getirip tahta sıramın üstüne koydu. Başını eğip Yaşar Kemal gözlüklerinin üstünden bakarak dedi ki: “Bunları oku; okuduktan sonra getir, yenilerini vereceğim Zahit Bey, kabul mü?” Bıçak ucuyla baş harflerin, başıboş geometrik şekillerin kazıldığı sıranın üstünde kitaplar birer yabancı gibi durdular ders boyunca. Arkadaşlarım sadece birkaç dakika kıskandılar bu imtiyazımı. Bu kadar kitabı okuma angaryası kendilerine yüklenmediği için memnun bile kaldılar. Sonraki derslerde hocanın sorularına kalkan parmak sayısı iyice azaldı. İyi notlar alıp iyi okullara gitmekti çocukların gayesi. Kitaplar faydasızdı. Bir getirisi yoktu. Okuyanlar ya “anarşit” olurdu ya divane… İkimiz arasındaki diyaloga döndü dersler. Hoca şevkini hiç yitirmedi. Bir üçüncü sesi katmak için sınıfın betonunu eşeleyip durdu.
Nejdet Hoca uzun, ince biriydi. Yüzü de boyu gibi uzun, inceydi. Başı hep yerde olduğundan erken yaşta kamburlaşmıştı. Bıyıkları hafifçe dudaklarına dökülür, solcu bir intiba bırakırdı. Hayatının tüm karelerinde kravatlıydı. Banyosunu bile kravatla yapıyor olabilirdi. Bir subay gibi her gün tıraş olurdu. Gösterişsiz ama muntazam giyinirdi. Pantolonu, yeleği, ceketi jilet gibi ütülenmiş, gömleğinin yakaları kolalanmış olurdu. Ayakkabılarının boyasından, cilasından da taviz vermezdi.
İnsan içine karışmayı seven biri değildi. Okul-kütüphane-ev arasında geçerdi hayatı. Bir de medrese dediğimiz Çifte Mina-re’de nadir de olsa çay içmeyi severdi. Tekel 2000 elinden düşmezdi, onun içişini gören hocanın bu paketleri bedava aldığını sanabilirdi. Akşamları birer tek attığını kendisi söylemese de tahmin edebilirdin. Bir tek meyhanenin olmadığı Sivas’ta yaşamak kolay olmasa gerekti onun için. Özellikle ramazanlar tabii. Ama çok seviyordu Sivas’ı, enteresan biçimde. Çok samimi buluyordu insanını çünkü. “Beni buraya bağlayan bu samimiyet!” diyordu. Kendisi insanlarla gayet resmî ve mesafeli olmasına rağmen. İlk tayin olduğu yere âşık olmuştu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezundu. Bu kalıbı o kadar tekrarlardı ki hepimizin zihninde ülkenin doruklarında bir yere kurulu şato gibi bir yer canlanırdı. Orada Baykan Sezer diye biri vardı, binlerce yıldan beri orada profesörlük yapmaktaydı; Nejdet Hoca da onun şakirdi, tilmizi, hastasıydı. Ekoldü Baykan Sezer. Bizimki de onun Sivas koluydu.
Baykan Sezer şatodaki en soylu şövalyeydi. Galatasaray’lı, Sorbonne’lu olsa da buralı bir adam. “Namus ve erdem abidesi”, “Evrenselleşeceğiz diye haçlılaşacak değiliz!” diyen bir şövalye. “Batı karşısında dik duruş sahibi ilk sosyologumuzdu.” “Kendimize Batı’nın gözlüğüyle değil, kendi gözümüzle bakmayı öneren…” Yerli kelimesini Nejdet Hoca ondan öğrenmişti, biz de ilk defa kendisinden öğrenmiştik. Yerli malı haftası kalıbından başka bir cümle içinde geçtiğini duymadığımız kelimeyi sadece onun ağzından işitecektik. Bir de “Analitik tutum”…
Ondan aktardığı şu cümle ise edebiyat ve din kitaplarında dahi rastlamadığım bir ufuk açmıştı: “Şayet çözümü yoksa bir mesele mesele olmaktan çıkar, alınyazısı hâline gelir.” Şu hâlde sosyoloji, toplumun kaderi üstüne düşünmek, insanın kaderi üstüne düşünmekti.
Nejdet Hoca aslında üniversitede kalacakmış, Baykan Sezer kendisini çok seviyormuş, asistan olarak alacakmış ama işler umulduğu gibi gitmemiş. Babasını zaten erken yaşta kaybetmiş hoca, annesi hasta düşüp bakıma muhtaç olunca Ankara’ya dönmek zorunda kalmış; asistan olma hevesi kursağında kalmış böylece. Annesini de kaybedince bir daha dönememiş İstanbul’a. Öğretmenliği çıkmış, ilk tayin yeri Sivas’mış; valizini alıp gelmiş. Sivas’ın tırmanıldığında yedi sene kalınmak zorunda olunan bir kalesi olmasa da kalmıştı işte.
Elit tarzının nereden kaynaklandığını da görebiliyorsundur sanırım. Adam, taşrada bir lisede öğretmendi ama İstanbul Sosyoloji amfisinde konferans verdiğinin hayaliyle geliyordu okula. Karşısında ergen hergeleler değil, Hergele Meydanı’nda ateşli tartışmalar yapan idealist gençler vardı. Öyle görmek istiyor, görüyordu.
Kitap hayatının kalbiydi. Bizim de hayatımızın kalbi olsun diye kütüphane deposundan, milli eğitimden, İstanbul’daki sahaflardan, bir yerlerden bulup buluşturup benim gibi birkaç öğrencisine klasikleri taşıyordu. Hemen tamamı MEB kitaplarıydı. Sanırım solculuğu başına iş açmasın diye böyle yapıyordu… Kitapların hepsi tercümeydi. Yerli kelimesine bu denli odaklanmış biri bile bize yerli kitap getiremiyordu, bu işte bir gariplik, bu ülkede bir gariplik vardı.
Yerlilik bahsinde bu kadar sınıfta kalmış bir ülkede ciddi bir mütercim sorunu olduğunu da çok erken idrak etmiştim. Bazı kitapları daha ilk sayfada bırakacak olmak ile son sayfaya dek bir solukta içmek arasındaki fark büyük oranda yazarlardan değil mütercimlerden kaynaklanıyordu. Mütercimler kitabı çevirmiyor, ikinci bir kez