Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri - Анонимный автор страница 11
Aben bu noktada bir gerçeği kabul etmek zorunda kalmışçasına kafasını salladı, derin bir iç çekti. Eyvah, kendi çocuğumu yetiştirmeye vaktim olmadıysa, onunla günlük hayatın yükünü paylaşmadıysam, sevinç ve kederlerine ortak olmadıysam, sırlarımı, sırlarını paylaşmadıysam, dertleşmediysem çocuğum babalı yetim olarak büyümüş. Terbiyeyi sokaktan gören çocuk sokak çocuğu olmayacak da ne olacak?
Düşünce düşünceyi takip etti, Aben’in morali daha da bozuldu. Hayatına baktıkça eski eğlenceler, sürdüğü sefa daha farklı bir şekilde göründü. Anlamsız, değersiz şeyler gibi… “O halde sen şu yaşamından ne buldun?” diyor, içinde çok önceden uykuya dalmış ve yeni uyanmış biri. Aben ağzını geveledi, bu soruya cevap bulamadı. Eş mutluluğu… Evet, evlilik mutluluğu varmış ya, ama eşiyle olan münasebetleri oğluyla olan münasebetlerinden hallice. Devamlı dışarıda olduğu için dışarının zevkleri kalbinde daha fazla yer almış, evdeki zevkler boynunda bir vazife gibi gelirdi. Ailenin bütün bereketi aile reisinin görevi sayesinde kazanıldığı için bütün istek ve amaçlar direk o göreve bağımlıydı. Bir şey olunca, “Babanın kariyerine zararı dokunur, babanın işine engel olur…” lafları bu evde kanun hükmündeydi. Konforlu hayat sağlayan, şan ve şerefe ulaştıran o mevkiyi, karısı kendisinden daha fazla seviyor gibi gelirdi bazen…
Diş ağrısı dinecek gibi değil. Ağzından geçen lokmalar zehir zemberek olduğu için geldi yatağına uzandı. Kendisi konuşmadıkça bunu rahatsız etmeye evdekilerin hiçbiri cesaret edemezdi. İşte bir şey olmuştur. Onu düşünüyordur…
Karısı gelecek Çarşamba günü arabaya ihtiyacının olacağını söylemişti. Aben içinden güldü; “Zavallı, gelecek Çarşamba günü değil araba, kederinle boğuşuyor olacaksın sağlık olursa.” İlginç olan, evdeki insanlarla ara sıra konuşuyorsa da, onlarda bir hayat belirtisi nefeslerini, kalp atışlarını hissedemiyor. Onların kurşun geçirmeyen cam bir duvarın arkasında, başka bir âlemde sadece görüntüleri var gibi. Yaklaşmak isterse yaklaşamaz. Bir yerlerden gelen anlaşılmaz bir yalnızlık yanından hiç ayrılmıyor.
Düşündü de gerçekten güveneceği, dertleşeceği bir dostu da yok. Eski arkadaşlarını iş arkadaşları değiştirdi. Onlar da sanki değişen elbise gibiler. Eski arkadaşlarıyla görüşmeye vakti yok. Bir de onların çoğu sadece bundan bir şeyler koparmanın derdinde zaten. Yardım, iş isterler, falana söyle, filana söyle, bitmek bilmeyen ricalar. Akraba gelirse o da bir şeyler ister. Yardım etmezse gölgesinde köpek yatmayan hayırsız derler. Onlar çok, Aben yalnız, hangi birine yetişecek? Bir dediğini iki etmeyen, bağırınca tir tir titreyen, emrine amade bağımlı insanlar da var. Onlara dost denmez zaten. Ara sıra uğrayan, ilişkilerini tamamen kesmediği tek arkadaşı var, o bile insanlara; “Bakan olacağım diye eş dosttan ayrıldı, zavallının benden başka kimsesi yok.” diyormuş.
Hiçbir mantık, hiçbir kanunla açıklanamayan bu hayatın sırrına kim varmış? Bazıları insan kendi kaderinin sahibidir diye gürültü yaparlar. Günlük planlamayla yaptığın işler kader değildir. Kader senin hayat mücadelenle dış faktörlerin çarpışmasından doğan nasibindir. Senin iradene tabi olmadığı için kader diye adlandırılır zaten. Aben de eskiden “Hayat eşiğinden içeri girdikten sonra karşında birçok yol çıkar, her yolun nereye varacağı belli, istediğini seç ve yürü” diye düşünürdü. Hâlbuki iş böyle değilmiş. Hayat insan ayağı basmamış bakir bir orman gibidir. O ormanın içinden sana hangi patikanın nasip olacağı bahtına bağlı. Aben bu yolu seçeceğim diye düşünmemişti hiç. Alnında yazılı olan buymuş. Evet, kolay bir yol olmadı. Boynuna ilk defa ip geçen yabani at gibi birçok kez şaha kalktı. Birçok çocukluk hayali kül oldu. Hâsıl-ı kelam, toplum hamur gibi yoğurdu, bunu kendisine lazım olan bir insan yaptı. Aben susmayı öğrendi, yalandan onaylamayı, içindekini gizleyip, farklı şeyler söylemeyi öğrendi. Millet bunun fıtratını ağırbaşlı, sabırlı diye bilirdi, aslında ağzından laf kaçırma korkusundan kaynaklanan bir durumdu, ama bu bir tek insanın değil, genel olarak toplumun içinde bulunduğu bir durum değil mi? Değil başkası kendine bile muktedir olunamayan bir devirde kim ne bitirmiş? Muktedir olmakmış, kimde var ki öyle bir iktidar? Bakan bir yana o sekreterde de yok. Demin tir tir titreyerek karşısına çıkan Koybagarov’tan ne farkı var? Hatta sekretere nazaran Koybagarov’un uykusu da, sinirleri de daha sakindir. O iktidar Birinci’de var mı ki? Birine karşı büyüklük taşlanan, öbürünün önünde elpençe divan durulan şu devirde iktidar bayrağının dikildiği yer, bizlerin gözü yetişecek yer değildir. Uzakta, çok uzakta. Bunu bilirsek, birbirimizi suçlamak yerine birbirimize acırız…
Kalbi hafifçe cızladı. Midesidir. Öğrencilik yıllarından kalma gastriti var. “Doktor mu çağırsam acaba…” diye düşündü. “Doktor var ya, onu nasıl unuttum.” diye sevindi içinden. Ne var ki, doktor aklına geldiği an dişi de midesi de yavaş yavaş diner gibi oldu. Evdeyken bir yeri ağrıdığında, doktora gidince iyileşirdi genel olarak. Doktor orasını burasını okşayıp “Nasıl, acı var mı?” dediğinde çaresiz bir şekilde “Hayır.” demek zorunda kalırdı.
Vücudu biraz dinlenmişti ki, sıra bende dercesine endişesi geri döndü. Endişenin başı cevabı olmayan “Şimdi ne yapacağım?” sorusuydu. Ne bir iş yapacak ne de gördüklerini, bildiklerini kitaplaştıracak herhangi bir özelliğe sahip değilmiş. Hatta bakan olmaktan başka hiçbir şey yapamaz gibi. “Şimdi ne yapacağım?” dedi, ümitsiz bir şekilde. Dertlerini dökeceği kimsesi yok. Hepsi kayboldu. Şuurunun derinliklerinde bir şey, “Dertleşeceğin, sırlarını paylaşacağın ben varım.” diyordu sanki. Ne olduğunu anlamaya çalıştı ve sonunda anladı. Kendisini hayatı boyunca kul eden, ruhuna da canına da boyunduruk geçiren, kardeşten, arkadaştan ayıran, elden ayıran efendisi “İş” imiş. Şimdi o da yok. Şu duran sadece gölgesi…
İç dünyasında tekrar fırtınalar kopmaya başladı. Evleri yıkan, denizleri yatağından çıkarıp, barajları paramparça eden, şehirleri suya gark eden dağdağalı fırtınalar. Aben içinde böyle bir afeti hissetti. Döneri olmayan, devasız afet.
Gönlünün köşesinde pişmanlık gibi yetim bir duygu belirdi. “Heyhat!” diye inledi. İnleyen canı mıydı, teni miydi, kendisi de anlayamadı. İki acı birleşmiş gibi.
Midenin asit seviyesi yükselmiş olmalı ki, mide ekşiliği arttı. Sirke suyunu içmiş gibi her tarafını acıtıyor, adeta deliyordu. Hiç dinmeyen, hafiflemeyen, uçsuz bucaksız bir buhrandı bu.
Aben, istasyonunu kaçırmış bir tren yolcusunun hissiyatı içinde; “Heyhat, deminden beri doktor çağırılabilirdi!” diye düşündü. Şimdi yılanın kucağına düşmüş kurbağa gibi acının tesirinden kurtulamıyor. Hareket etmek ister, edemez, konuşmak ister, sesi çıkmaz. Aben çok terledi. Bilinmeyen bir dert ağaç kesen testere gibi takatini inceltti, hepten bitirmeye yakın kaldı.
Karısı, çoluğu-çocuğu kendisinden ayrılarak, elin yetişemediği, sesin varmadığı bir yere doğru uzaklaşıyorlar. “Heyhat!” demek istedi, sesi tekrar çıkmadı. “Yazık…”
Aniden biri içini sıcak bir demirle