İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз Диккенс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İki Şehrin Hikâyesi - Чарльз Диккенс страница 7
Vahşi görünümlü bir kadın, oda hizmetçilerinden önce koşarak odaya girdi. Bay Lorry o heyecanının arasında kadının tamamen kırmızıya bürünmüş olduğunu fark etti. Saçları kızıldı ve üzerinde sıra dışı dar bir kıyafet vardı; başındaysa tahtadan bir asker miğferini ya da büyük bir Stilton peynirini andıran mükemmel bir şapka vardı. Kadın güçlü elleriyle adamı göğsünden tutup en yakın duvara iterek zavallı genç kadını Bay Lorry’den ayırdı.
Duvara çarpmasıyla nefessiz kalan Bay Lorry’nin tepkisi “Bu bir erkek olmalı.” oldu.
“Haydi, neden bakıp duruyorsunuz!” diye bağırdı kadın oda hizmetçilerine. “Orada durup bana bakmak yerine neden gereken şeyleri getirmiyorsunuz? Bana hemen amonyak, soğuk su ve sirke getirmezseniz gününüzü görürsünüz.”
Emirleri hemen yerini bulan kadın yavaşça hastayı koltuğa yatırdı. Kıza büyük bir beceri ve nezaketle davranan kadın ona “Canım!”, “Kuşum!” diye hitap ediyor ve büyük bir özenle omuzlarına düşen sarı saçlarını okşuyordu.
“Ve sen kahverengili!” dedi kadın kızgın bir hâlde Bay Lorry’ye dönerek. “Söylediğin her neyse onu ölümüne korkutmadan söyleyemez miydin? Şu kızcağızın bembeyaz yüzüne ve buz kesmiş ellerine bir bak. Buna bankacılık mı diyorsun sen?”
Bay Lorry cevaplanması güç olan bu suçlayıcı soruya epey bozulmuştu; sadece hafif bir acıma ve tevazu ile biraz öteden bakıyordu. Bu esnada, oda hizmetçilerini gününü göstermekle korkutan güçlü kadın, bir dizi teselliyle kızı kendine getirmiş ve hâlsiz başını omzuna koyması için ona dil dökmüştü.
“Umarım şimdi daha iyidir.” dedi Bay Lorry.
“Öyle olsa bile bu senin sayende değil kahverengili. Benim sevgili kızım!”
“Umarım,” dedi Bay Lorry yine hafif bir acıma ve tevazu göstererek, “umarım Bayan Manette’e Fransa’ya kadar eşlik edersiniz.” dedi.
“Hiç sanmam!” diye cevapladı güçlü kadın. “Tuzlu suları aşmamı isteseydi Tanrı, benim kaderimde, bir adada yaşayacağımı yazmaz mıydı?”
Bay Lorry, cevaplanması yine zor olan bu soru üzerinde düşünmekten çekindi.
Şarap Dükkânı
Büyük bir şarap fıçısı sokağın ortasında düşüp parçalanmıştı. Kaza, onu bir arabadan çıkartırken meydana gelmişti; fıçı arabadan aşağıya yuvarlanmış, kasnağı kırılmıştı. Bir ceviz kabuğu gibi açılan fıçı, şarap dükkânının kapısının hemen önünde, taşların üzerinde yatıyordu.
Yakınlardaki herkes işlerine veya aylaklığa ara verip şaraptan içmek üzere olay yerine koşmuştu. Sokağın kaba, düzensiz ve üzerinde yürüyen her canlıyı sakatlamak için özellikle döşenmiş gibi duran taşlarında küçük birikintiler oluşmuştu. Bunların büyüklüklerine göre etrafında insanlar toplanmış, itişip kakışıyorlardı. Bazı adamlar diz çökmüş, iki ellerini kepçe gibi kullanarak şaraptan içiyor ya da şarabın tamamı parmaklarının arasından akıp gitmeden bir yudum almak için omuzlarının üzerinden eğilen bayanlara yardım ediyorlardı. Diğerleri şarap birikintilerine küçük toprak kupalar daldırıyor ve hatta kadınlar başlarındaki örtüyü çıkarıp şaraba batırıp çocuklarının ağızlarına sıkıyorlardı. Bazıları şarabın akıp gitmesini engellemek için topraktan küçük setler yapmış, üst pencerelerden izleyenlerce yönlendirilen bazılarıysa kendine akacak yeni yollar bulan şarabın akışını engelleyebilmek için oraya buraya koşturuyorlardı. Kimileri de fıçının sırılsıklam olmuş, kızıla boyalı parçalarının peşine düşmüştü. Hatta bazıları şarap kokulu bu parçaları büyük bir iştahla kemiriyorlardı. Şarabı çekmenin bir yolu yoktu, ancak toplanan kalabalık sayesinde hepsi temizlenmiş, üstelik de epey bir çamur da onunla birlikte gitmişti. Öyle ki, sokaktan bir çöpçü geçtiği zannedilebilirdi; fakat buralarda bir çöpçüye rastlamak mucizevi bir olaydı.
Bu şarap oyunu süresince erkek, kadın ve çocukların neşeli sesleri, kahkahaları, sokakta yankılandı durdu. Bu oyun, sertlikten çok maskaralık dolu bir oyundu. Özel bir çeşit dostluk vardı bu eğlencede. Herkes birbirinin yanına gidiyor, özellikle de daha şanslı veya daha gamsız olanlar neşeyle kucaklaşıyor, birbirinin sağlığına içiyor, el sıkışıyor ve hatta bir düzine kadarı el ele tutuşup birlikte dans ediyorlardı. Şarap bitip en bol olduğu yerler tırmık gibi kullanılan parmaklar yüzünden bir ızgarayı andırır bir hâle geldiğindeyse, tıpkı bu insanların ortaya çıkıverdikleri gibi bu gösteri de aniden kesiliverdi. Testeresini, kesmekte olduğu ağaca saplayıp gelen adam işinin başına geçti; kendisi ve çocuğunun sefil parmaklarındaki acıyı hafifletebilme umuduyla kullandığı kızgın küllerle dolu kabı bir kapı eşiğinde bırakan kadın yerine döndü; mahzenlerden kışın soğuğuna çıkan çıplak kollu, keçeleşmiş saçlı ve ölü benizli bir adam tekrar yer altına girmek üzere uzaklaştı. Etrafı kaplayan hüzün, bu ortama gün ışığından daha uygun gibiydi.
Dökülen şarapla Paris’teki Saint Antoine banliyösünün bu dar sokağı kırmızıya boyanmıştı. Pek çok elde de kırmızı lekeler vardı; ve pek çok yüzde, pek çok çıplak ayakta, pek çok ahşap ayakkabıda. Odun kesen adam kütüklerde kırmızı izler bırakmıştı; bebeğini besleyen kadının alnı, başına bağladığı eski çaput parçasından sızan şarapla lekelenmişti. Fıçının parçalarına pisboğazlılıkla saldıranların ağızlarının kenarlarında avını yeni yemiş bir kaplanın ağzının kenarlarındaki gibi kırmızı lekeler vardı; ve başındaki oldukça pis şapkasıyla uzun boylu bir soytarı, çamurlu şaraba batırdığı parmağıyla bir duvara “KAN” yazıyordu.
Kanın yoldaki taşların üzerine saçılacağı, her tarafın kızıl lekelere bürüneceği o günler de gelmek üzereydi.
Kutsal yüzünde beliren bir anlık pırıltının ardından Saint Antoine’ın üzerini bir bulut kaplamış, ağır bir karanlık çökmüştü. Soğuk, pislik, hastalık, cehalet ve fukaralık, kutsal mekânlarında bekleyen tanrılardı. Tümü büyük bir güce sahip olan bu tanrılardan özellikle “fakirlik” ağır basıyordu. Bir sürü insan korkunç bir değirmende öğütülüyor gibiydi. Yaşlı insanları gençleştiren, her köşede kıpırdayan, her kapıdan girip çıkan, her pencereden bakan ve rüzgârın savurduğu her kıyafet parçasını havalandıran bu değirmen elbette ki hoş bir değirmen değildi. Onları altında ezen bu değirmen genç insanların saçlarına ak düşüren bir değirmendi. Çocukların yüzleri daha şimdiden yaşlanmış, sesleri mezarlık sesleri gibiydi. Ve bu ihtiyarlamış yüzlerde, yılların çizdiği her çizgide hep aynı şey görülüyordu: Açlık. Açlık her yeri sarmıştı. Açlık, iplerde asılı perişan kıyafetlerde yüksek evlerden atılmıştı. Açlık onlara saman olarak, çaput olarak, ahşap olarak, kâğıt olarak yamanmıştı. Açlık adamın kestiği her şömine odununa işlemişti. Açlık, tütmeyen bacalarda, yenecek tek lokma bulunmayan pis sokaklardaydı. Açlık, fırıncının raflarında duran az miktardaki bayat ekmek somunlarında, sosis dükkânında satılan ölü köpek etinden hazırlanmış mallarda yazılıydı. Açlık, kestanelerle birlikte kavrulan kurumuş kemiklerin çatırtısındaydı. Açlık, zar zor bulunan yağ damlacıklarında kızartılmış kabuklu patateslerin konulduğu küçücük kaplara serpilmişti.
Burası