Şehir Mektupları. Неизвестный автор

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Şehir Mektupları - Неизвестный автор страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Şehir Mektupları - Неизвестный автор

Скачать книгу

söyledi ise de kim dinler? Biçare sıkılır, bozulur. Herif, boyuna, omzu başında, elini uzatmış, sürekli söylenir. Bir hâl ki tarif edilmez. En son, bir çeyrek vererek başından savdı. Ben bu manzara ile meşgul iken beri taraftan, bir feryattır koptu. Kör bir dilenci kadın bağırıyor. Memurlar, kendisini Darülaceze’ye götürmek için araba getirmişler. Kadın, “Gitmem!” diye haykırıyor, çırpınıyor, etrafa saldırıyor. Manzara, büyük ibret verici. Hükûmet bir kişiyi dilencilik ayıbından, sefaletten kurtarmak için kendisine bir saadet yuvası hazırlamış, davet ediyor. Sefil kadın, bu nimeti nankörce tepiyor. “Dileneceğim!” diyor. Milletin sunduğu merhamete hakaret ediyor.

      Bizde dilenciler ayrı bir sınıf teşkil ederler. Aralarında meczup, ahmak, budala, kör, topal, sarsak, titrek, sulu, ayyaş bulunduğu gibi “fukara-yı sâbirîn”48 dediklerimizin biraz meydana çıkmışları da vardır:

      Sebilciler,49okuya okuya gezenler, santur,50 ney, kaval, kemençe, keman, armonik,51saz çalanları bu takımdandır. Akşamları kaside52 ve manzumeler okuyarak bir yerde durmayanları, kendilerine daha çok acındırdıklarından ekseriya üstleri başları temizcedir. Fakat, evin en ziyade meşgul bulunduğu bir zamanda kapıyı çalarak rahatsız edenler sevilmiyorlar. Bunlar, arada sırada ayakkabı çalarak da iş görürler.

      “İnayet ola! Çalış!” diyenlere: “Ben senden, nasihat istemedim, para istedim!” fıkrasına yaklaşanlar pek çoktur. Hatta, geçenlerde biri garip şekilde “idare-i kelam”53 etti. Para istediği kimse, “Allah versin!” deyince:

      “Allah bana vereceğini, sana verdiği paraya kısmet etmiştir.” dedi. Bu türlü dilenci hikmetleri, ne kadar ahlak bozucudur…

      Köprücüler,54arada sırada, yine azıtıyorlar. Fakir olup da hatta verecek on parası bulunmayan, hâl ve kıyafetinden iffetli olduğu anlaşılan kadınlara dil uzatıcı muamelede bulunuyorlar. Geçen gün bir köprücünün, siyahi bir kadına söylediği söz o kadar edepsizce idi ki insan ağzına almaktan utanır. Köprü, hayır işlerinden biri olduğuna göre, ancak parası olanların vermeleri yerinde bir borçtur. Fakat olmayanlar, hükûmetin himmetiyle, parasız geçmelidirler.

      9

      Korkumdan, matbaaya gidemiyorum. Birkaç gün süren hastalığımdan ötürü, müdüre bir arzuhâl yolladım. Okur okumaz öfkeden ateş kesilmiş ve hemen yerinden kalkarak:

      “Bundan büyük kabahat olamaz. Hasta olan mutlaka bir yaramazlık etmiştir. İnsan durup dururken keyifsizlenmez.” demiş. Karşısındaki:

      “Efendim, soğuk almış, ne yapsın?” deyince daha da çok kızarak:

      “Pencereleri kapayıp yatar idi. Hele o matbaaya gelsin de görür!” diye cevap vermiş. “Bir kere bu hâli düşünün, bir de benim korkumu! Ben çoktan iyi oldum, ama gidemiyorum ki. O Haftalık Malumat’ın seyyar yazarı da dayak meselesini yazmış. Artık pusulayı bütün bütün şaşırdım. Ne yapayım! Hiç başka çare yok. Köprü’de falan tesadüf edip şıkça bir temenna ile kusurumu gidermeye çalışmalıyım derken geçen gün karşı karşıya gelmeyelim mi? Benim yürekte çarpıntı, direktörde bir hayret!”

      Tam bir vakar ile hitap ederek ve:

      “Bugün mutlaka ‘mektubunu’ yaz, matbaaya yolla!” şeklinde emir vererek selamsız ayrıldı.

      Bende bir sevinç! Durup durup, hani Kadıköy’e işleyen “beş numara”nın istop kumandasını alır almaz çıkardığı “Ooh, Ooh!” ünlemesini tekrar ediyorum. İyi ama ne yazmalı?

      İnsan gariptir. Hissine en ziyade tesir eden şeyleri dimağında tekrar eder. Benim de dimağımda boyuna renk, renk sedaları dönüyor. Tabiri caizse, dimağım “renkli bir velvele” içinde bulunuyordu.

      Bu tesirle yürürken Köprü’nün üzerinde bir kalabalık peydah oldu. Bir taraftan Ada, Kadıköy, Üsküdar vapurları; öbür yandan Anadolu, Rumeli kıyılarına işleyenler, iskelelerden topladıkları halkı boşaltıyorlarmış. Tam vakti! Hem de bundan daha uygun zaman olamaz. Şu renk kelimesini derinleştireyim dedim.

      Gözlerim, birdenbire narçiçeği fesli, kahverengi pakolu, beyaz yelekli, Bismark pantolonlu, krem eldivenli, camgöbeğinin55 koyusu, üstü laden56 benekli boyun bağlı bir efendinin üstünde durdu. İskarpinleri ne renktedir, diye bakayım derken bir çift kolla, atlı bir araba engel oldu. İspir; kır bıyıklı, devetüyünün açığı kostümde “Varda!” deyip duruyor. Bir madam, fakat şık. Başındaki şapkaya bizim bahçenin çiçeklerini yığsanız yine de az gelir. Gülkurusu renginde kartopu gibi iki çiçek, arasından parlak, koyu eflatuni bir tüy ile iki tarafından al ebrulu57 iki tüy daha. Şapka kenarının biraz yukarısında bir sıra vişneçürüğünü andırır, gelincik alına benzer leylaki çiçekler var. Beyazı çok, siyahı az bir tül. Ondan sonra galibardanın58 açığı, bombeli, gerdan tarafından rüzgâr ile kabarık ceketimsi bir şey. Yenlerinde horoz ibiğinin açığı dentelalar, belde tokalı, siyah İngiliz kemeri, pişmiş ayva bir jüpon59, ayaklarda bal rengi bir iskarpin.

      Onun da ne türlü çorap giydiğini göreyim diye, baldırlarına doğru bakarken tüyler ürpertici bir feryat beni titretti. Küçük bir çocuk. Zavallı yavrunun minimini ayağı deliklerden birine girmiş. Denize düşeceğim korkusu ile tir tir titriyor.

      Büyük annesi olacak, ihtiyar bir kadın, güvezimsi feraceli,60mangal kapağı yaşmaklı, eski usulde yapılmış rugandan yarım potin, elinde tarçıni bir şemsiye var. Derhâl koştum. Gürbüz bir çocuk. “Korkma oğlum!” falan diyerek kurtardım. Aldığım duanın haddi hesabı yok. Ben bu hizmeti bitirdiğim sırada, karşı taraftan da beş altı tanesi geçiyordu:

      Aman ne çarşaflar! İnsan seyretmeye doyamıyordu. Elektrik alevi, yanar döner, akşam güneşi, parlak nefti… Bu rengârenk latiflik, işve ve naz artıran sekişlerle geçip giderken bir ses daha peyda oldu. Kar gibi beyaz bir yeldirmeye bürünmüş olan bir siyah kadın, bir şeyler söylüyor. Dikkat ettim; şemsiyesinin ucu yine o deliklerden birine girip kırılmış. O kuzguni61 çehrenin üzerindeki parlak gözler, habire, dövecek bir adam arıyor.

      Artık, o çarşafların rengini sormayın! Geçen yıldan kalma moda mahsulü olan kâh ördek başı, kâh kumru göğsü, kâh sincabi, kâh yanık al, menekşe moruyla karışık ipek dallı, şeftali çiçeği rengi üzerine, serpik sırma rengini andırır işlemeli, modaya uyma derecesi, sahibi olan hanımın bu yadigâra rağbeti ölçüsüne uyarak: fes rengi, samani, fındıki, nohudi, mavi, tahinî, mor, lacivert, al, kanarya sarısı, zeytuni, şarabi, deniz rengi, şeker rengi, ekşi karadut, tozpembesi, bunların açığı, koyusu karmaşık olarak… Komik İngiliz’in “karnaval âlemi”ne benzetmekte haklı olduğu örtülü, açık binlerce vücut, gözümün önünden geçiyordu.

      Arada, doru

Скачать книгу


<p>48</p>

Fukara-yı sâbirîn: Muhtaçlığını gizli tutarak herkese göstermeyen yoksullar.

<p>49</p>

Sebilci: Sebilde hayır için su dağıtan kimse.

<p>50</p>

Santur: Kanun gibi mâden telli bir çalgı.

<p>51</p>

Armonik (armonika): Herbirine üfledikçe ayrı ses çıkan delikli, küçük ağız çalgısı.

<p>52</p>

Kaside: Övgü veya yergi şiiri, (burada) dilencinin makamla okuduğu övücü veya hikmetli manzume.

<p>53</p>

İdare-i keam: Hâle uygun laf etmek.

<p>54</p>

Köprücü: Galata Köprüsü’nden geçmek, uzun bir süre, ücretli olmuştu. Bu parayı kesen memurlara Köprücü deniyordu.

<p>55</p>

Camgöbeği: Yeşile çalar mavi.

<p>56</p>

Laden: Beyaz, pembe, sarımtrak bir süs bitkisi.

<p>57</p>

Ebrulu: Dalga dalga renkli.

<p>58</p>

Galibarda (Garibaldi): Mora yakın kırmızı.

<p>59</p>

Jüpon: İç eteklik.

<p>60</p>

Güvezimsi ferace: Morumsu renkte üstlük.

<p>61</p>

Kuzguni: Simsiyah.