Küçük Prenses. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Küçük Prenses - Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт страница 8

Küçük Prenses - Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Скачать книгу

diğer insanlarınkinden oldukça farklıydı.

      “Cennete gitti.” dedi. “Ama ben onu göremesem de arada bir beni görmeye geldiğinden eminim. Seninki de geliyordur. Belki şu anda ikisi de bizi görebiliyordur. Belki ikisi birden şu anda odadadır.”

      Lottie doğrulup oturdu ve etrafına bakındı. Güzel, küçük, kıvırcık saçlı bir çocuktu ve yuvarlak gözleri ıslak unutmabeni çiçeği rengindeydi. Annesi onu son yarım saat içinde gördüyse onun gibi bir çocuğun meleğe benzemediğini düşünmesi işten bile değildi.

      Sara konuşmaya devam etti. Belki bazıları anlattıklarının masal olduğunu düşünebilirdi ancak kendi hayal dünyasına göre son derece gerçek olduğu için Lottie onu ister istemez dinlemeye başladı. Sara ona annesinin kanatları ve tacı olduğu söylemiş ve melek olduğu söylenen güzel beyaz gecelikli kadınların resimlerini göstermişti. Fakat Sara gerçek insanların olduğu güzel bir ülkede geçen gerçek bir hikâye anlatıyor gibiydi.

      “Orada tarlalar dolusu çiçek var.” dedi, her zamanki gibi kendini kaybederek ve rüyadaymış gibi konuşarak. “Tarlalar dolusu zambak! Ve üzerinde esen meltemler havaya o zambakların kokusunu yayıyor! Ve herkes o çiçek kokusunu içlerine çekiyor çünkü orada daima meltem esiyor. Zambak tarlalarında küçük çocuklar koşturuyor ve kucak dolusu çiçekler topluyor, gülüşüp küçük çelenkler yapıyor. Yollar pırıl pırıl. İnsanlar ne kadar uzaklara yürüseler de yorulmuyorlar. İstedikleri yere süzülerek gidiyorlar. Tüm şehir inciden ve altından duvarlarla çevrili fakat insanların eğilerek dünyaya bakıp gülümseyebilecekleri ve güzel mesajlar gönderebilecekleri kadar alçaklar.”

      Sara nasıl bir hikâye anlatırsa anlatsın Lottie, şüphesiz, ağlamayı kesecek ve büyülenmiş bir şekilde dinleyecekti; ancak bu hikâyenin diğer tüm hikâyelerden daha güzel olduğu yadsınamazdı. Lottie, Sara’ya sokuldu ve sonu ona göre çok çabuk gelen hikâyenin her bir kelimesini kana kana içti. Hikâye bitince o kadar üzüldü ki dudaklarını kaygı verici bir şekilde büzdü.

      “Oraya gitmek istiyorum!” diye bağırdı. “Benim bu okulda annem falan yok!”

      Sara tehlike sinyalini gördü ve rüyasından çıktı. Kızın tombik elini tuttu ve tatlı tatlı gülümsemeyerek onu kendine doğru çekti.

      “Ben senin annen olurum.” dedi. “Benim küçük kızımmışsın rolü yaparız. Emily de kız kardeşin olur.”

      Lottie’nin gamzeleri belirmeye başladı.

      “Kız kardeşim olur mu?”

      “Evet.” diye cevapladı Sara ayağa kalkarak. “Haydi gidip ona da anlatalım. Sonra da senin yüzünü yıkayıp saçlarını tararım.”

      Lottie bunu neşeyle kabul etti ve onunla birlikte odadan çıkıp üst kata gitti. Son bir saatki tüm sıkıntının öğle yemeği için yıkanıp saçının taranmasını reddetmesinden ve Bayan Minchin’in müthiş otoritesini kullanması için çağırılmasından kaynaklandığını unutmuş gibiydi.

      O andan itibaren Sara onun manevi annesi oldu.

      5

      BECKY

      Elbette Sara’nın sahip olduğu en büyük güç ve ona daha fazla taraftar kazandıran şey, lüks eşyaları ve Lavinia ile diğer bazı kızların en çok kıskandıkları ve en çok imrendikleri “gözde öğrencilik” değil, hikâye anlatması ve gerçek olsun veya olmasın sözünü ettiği her şeyi hikâyeleştirebilmesiydi.

      Okulda hikâye anlatan bir arkadaşı olan herkes merak ne demek bilir; o kişinin peşinden nasıl koşulduğunu, masallar anlatması için ona nasıl fısıltıyla yalvarıldığını, hikâyeyi dinleyenlerin arasına dâhil edilip anlatılanları dinleyebilme umuduyla bu ayrıcalıklı grubun etrafında nasıl dolanıldığını bilir. Sara sadece anlattığı hikâyeden değil, onu anlatmaktan da zevk alıyordu. Bir halkanın ortasında oturduğunda veya ayaktayken, harika şeyler anlatmaya koyulunca yeşil gözleri pırıl pırıl ve kocaman, yanakları al al olur ve farkında olmadan -anlattığı şeyin şefkat uyandırıcı veya heyecanlı olması durumuna göre- sesini alçaltır yahut yükseltir, ince bedenini eğer ve sarsar, ellerini heyecanlı bir şekilde oynatırdı. Kendisini dinleyen çocuklara konuştuğunu unutur; hikâyelerini anlattığı periler, krallar, kraliçeler veya güzel leydileri görür ve o anı onlarla yaşardı. Bazen, anlatmayı bitirdiği zaman, heyecandan nefes nefese kalır, elini hızla inip kalkan zayıf, küçük göğsüne bastırır ve kendi kendine gülerdi.

      “Anlatırken…” derdi, “uyduruyormuşum gibi gelmiyor. Bana sizden daha gerçek geliyor, sınıftan bile daha gerçek geliyor. Kendimi, sırayla, hikâyedeki tüm o insanlarmışım gibi hissediyorum. Çok tuhaf.”

      Bayan Minchin’in okuluna geleli iki yıl olmuştu. Sisli bir kış günü öğleden sonra, en sıcak kadifelerine ve kürklerine sarılmış hâlde, olduğundan da büyük görünerek faytonundan inip kaldırımda ilerlerken meydanın merdivenlerinde duran, kir pas içinde, koca koca açılmış gözlerle kendisini görebilmek için boynunu uzatarak tırabzanların arasından bakan küçük bir kız gördü. Kirli yüzündeki heves ve ürkeklik Sara’nın dikkatini çekti ve herkese olduğu gibi ona bakarken de gülümsedi.

      Fakat kirli suratın ve koca koca açılmış gözlerin sahibi belli ki, böyle önemli öğrencilere bakarken yakalanmaması gerektiğini düşündüğü için korkmuştu. O kadar hızla mutfağa fırlayıp gözden kayboldu ki, zavallı, kimsesiz küçük bir kız olmasa Sara dayanamayıp gülecekti. O akşamüstü, Sara sınıfın bir köşesinde, dinleyici grubunun ortasında oturmuş hikâyelerinden birini anlatırken aynı kız utana sıkıla sınıfa girdi. Elinde kendisi kadar ağır kömür kovası vardı; ateşi harlamak, külleri süpürmek için şöminenin önündeki halının üzerine diz çöktü.

      Meydandaki tırabzanların arasında olduğundan daha temiz görünüyordu fakat en az o zamanki kadar korkmuş gibiydi. Çocuklara bakmaktan veya onları dinliyormuş gibi görünmekten korktuğu apaçıktı. Rahatsız edici bir ses çıkarmamak için kömür parçalarını parmaklarını ucuyla dikkatle koyuyor ve ocak küreğini yavaşça hareket ettiriyordu. Ancak Sara iki dakika içinde konuşulanların onun ilgisini çektiğini, bir iki kelime yakalama umuduyla işini ağır ağır yaptığını fark etti. Bunun üzerine sesini yükseltip daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı.

      “Denizkızları berrak yeşil sularda usul usul yüzerlerken peşlerinden derin deniz incilerinden örülmüş balık ağını sürüklüyorlardı.” dedi. “Prenses beyaz kayanın üstüne oturmuş, onları izliyordu.”

      Bu, bir deniz prensinin bir prensese âşık olduğu ve onunla birlikte yaşamak için denizler altındaki pırıltılı mağaraya gitmesini anlatan çok güzel bir hikâyeydi.

      Şöminenin önündeki küçük temizlikçi ocağı bir kez süpürdükten sonra tekrar süpürdü. İki kez süpürdükten sonra, üçüncü kez süpürmeye başladı ve üçüncü kez süpürürken, hikâye onu o kadar etkiledi ki âdeta büyülendi ve aslında anlatılanları dinlemeye hakkı olmadığını ve o an yaptığı şeyi unutuverdi. Şömine halısının üstüne diz çöküp oturdu ve fırça parmaklarını arasında boş boş sallandı. Hikâyeyi anlatanın sesi onu denizler altındaki yumuşak, açık mavi ışıkla aydınlanan ve zemini saf altından kumlarla kaplı

Скачать книгу