Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 23
Kızıl Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la vukua gelen ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini muhafaza eden hünkârı o kudretten yaklaştırmayı planına temel yaptı, sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin humarını henüz gideremeyen erkeğe yanaştı:
“Aşk…” dedi. “Rüyaymış efem!”
“Neden?”
“Elde avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var efem.”
“İşte aşk budur Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu efem?”
Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamıştı, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu hâliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.
Hünkâr gerçekten sarhoşluyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat müstesna bir zekâ, müstesna bir hassasiyet ve müstesna bir cilvekârlıkla karşılaştığına iman getirmişti. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyordu, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.
Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu hususiyeti Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı birden yangına çevirdi, ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştaha bir sayha olup dudaklarında titredi:
“Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç Hürrem, kalbime iyi bak. O, yanıyor, senin için yanıyor!”
Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.
Dessas zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç hükümdarı inhizamdan inhizama uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu:
“Ben sizin nenizim efem?”
“Aşkım.”
“Ya siz benim nemsiniz efem?”
“Aşkın!”
“Valide Sultan efendimiz, hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”
Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar teshir eden şu oynak kadına evet diyemezdi çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, hudutsuz bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak temin ne de kendisine bir vazife tahmil edebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.
Süleyman, bu hakikati düşünerek susuyordu fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi:
“Sana hünkârın gözdesi, göz bebeği diyecekler yavrum.”
“Başkalarına da öyle diyorlar efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”
“Sevgi!”
“Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”
Süleyman, tepeden tırnağa kadar sarsıldı, kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha temas eden Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meshur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla harp meftunu bir adamdı, bu meftunluk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!
Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu mevzu üzerinde durmayı şanına layık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi:
“Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”
“Ne yapacaklar efem?”
“Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”
“Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”
Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün idrakini kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten idrakine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı:
“Aşk…” dedi. “Dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”
O gece, sarayda mumlar yorulup uyudu; nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu; dört kişi uyumadı: Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran! Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı, yüreklerini kanat yaparak istiğrak âleminde yükselmişlerdi, binbir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka