Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 25
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin mükâfatını Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına müyesser olabilecek saadetlerin en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu ihsas etmek ve aynı zamanda gözde olmakla Valide Sultan’a halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Kızıl Rusyalı halayığın daha evvel vuku bulan davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibesini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşırken ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi:
“Efem.” dedi. “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı, “İt dişi, domuz derisi.” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi:
“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol, böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”
Ve kız çıkarken sert bir sesle ilave etti:
“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”
Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi, hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı:
“Git.” dedi. “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”
Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti lakin davete haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.
Valide Sultan bu durumda gururunu değil merakını tatmin etmeyi tercih etti, her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak hadisenin iç yüzünü öğrenmek çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı:
“Ne o Sümbül…” dedi. “Dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”
Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi:
“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim sultanım.”
“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”
“Hürrem densizlik etti, haseki efendimizi kızdırdı.”
“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar? Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”
“Öyle deme sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”
“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana!”
Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti:
“Bu sabah…” dedi. “Erkenden haseki efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire, Pepe Kamer, Sırık Hurşit, Gökgözlü Dilrüba, Çakır Mehpeyker vardı. Biz de bu halayıkların karşısına sıralandık.
Haseki efendimiz çok titiz görünüyordu. Boyuna homurdanıyordu. Neden sonra yüzünü halayıklarla bize çevirdi
“Siz…” dedi. “Benimsiniz. Canınız elimdedir. Sizi istersem yaşatırım, istersem öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.”
Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu:
“Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?”
Kimimiz tınmadı, duymamazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir “evet” çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu, bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.
Hafsa heyecan gösterdi:
“Sonra?”
“Sonra sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Lakin ne geliş! Cenabın da görse dayanamazdı, celallenirdin.”
“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”
“Salına salına!”
“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”
“Yalnız salınmıyordu sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki efendimizi mühimsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet sultanım. Hürrem, sanki haseki efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin?’ dedi.”
“Sahih böyle mi dedi Sümbül?”
“Evet, sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran