Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 26
“Sonra sultanım. Haseki efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nara savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz, put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, haseki efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi sultanım.”
“Haseki, dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı:
“Haydi git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı faş etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi:
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirdi, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi bahtiyarlığını kısa bir cümleyle müjdeledi:
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin delalet ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir tahayyül dakikası geçirdi. Sonra şen bir tebessümle başını doğrulttu:
“Şimdi.” dedi. “Sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu:
“İran elçisi Üsküdar’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet padişahım!”
“Bir sulh mektubunu, bir dost selamını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın, başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan name!”
“Cülusumuzu mu kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Knezi bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle ittifak etmek istediğini söylemiş.”
“İttifak mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif, lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Knez Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederiniz Mısır’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da ‘malumu ilam’ değil mi ya? Adaya gitmezden önce lalamla konuşan benim. Herifceğiz, gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, iyi gördün diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu, yeni bir iftira, taze bir bühtan. Fakat sükûtla geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa maslahatı incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve birden deli gibi gülmeye başladı, İbrahim mütehayyirdi, efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemişti. Bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.
“Bre İbrahim!” dedi. “Kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler, Piri Paşa ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek sadrazamlık sana verilecektir. Lakin açık olalım, adamcağızı hem mesnedinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki lalama töhmet bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”
Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir ızdırapla kekeledi:
“O hâlde lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lazımdır.