Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 24
O, mahmur mahmur gülümsedi:
“Benim günüm dünden doğdu efem, bir daha kararmaz o!”
“Senin günün ne çeşit şey?”
“Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”
“Aşk mı bu?”
“Sizsiniz efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”
“Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”
“İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi efem?”
“Sevincini bana da tattır öyleyse!”
Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissi inceliklerinden katre katre haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri tebarüz ettirdiği “maksatlı davranış” sisteminden ayrılmadı. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman, hayatı kâinatı unuturken o, bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti:
“Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız değil mi efem?”
“Odana gideceksin fakat akşama yine gelmek için!”
“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”
“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”
“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”
“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”
“Beni avutuyorsunuz efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”
“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”
“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”
“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”
“Buna inanamıyorum, korkuyorum efem?”
“Seni nasıl inandırayım? Onu da söyle, sıkılma.”
“Beni onlardan ayırt ederek!”
“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”
“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”
“Nasıl gösterelim bunu?”
“Kimseye yapmadığız lütfu bana yaparak.”
Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu:
“Beni ‘halayık’ adından kurtar efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”
Kız, kendini azat ettirmek istiyordu, halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek olan padişah, onun bu dileğine ulu orta muvafakat edemezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkisinde kalması kabil değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise -meşhur medrese tabirini kullanalım- istifraş edilmeleri caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.
Hünkâr, ya tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini reddedemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir anane yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!
Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vadeden kadını oyalamak istedi:
“Yavrum…” dedi. “Telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”
Hürrem, ayak dirediği hâlde hünkârı -hiç olmazsa- müteessir edeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı:
“Sizi…” dedi. “Sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, haşa haşa, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”
Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu tebliğlerde bulunuyordu:
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız, sizden sonra sarayda söz Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu:
“Hürrem keşiğe de girecek mi?”
“Hayır valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi:
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o ‘kul cinsi’! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı:
“Valide…” dedi. “Sen Havva Ana’mızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem Baba’mızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden -yine kendi nüfuzu için- tehlike sezinsedi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu:
“Aman