Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda). Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda) - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6
Fakat yine de bundan da üç dört günde arzumu alırım sanıyor, bir şiddetli muhabbetle gönlümün ona bağlı kalacağına kesinlikle ihtimal vermiyordum. Böyle bir şey aklımın ucundan geçmiyordu. Geçse bile ne olur? Karım değil mi? İnsanın karısına karşı aşırı sevgisi dünyada en çok arzu edilen bir mutluluk değil midir?
Her şeyde kendimi haklı görür, attığım her adımı gururumu düşünerek atarken, bütün hareketlerimi bu açıdan ayarlarken bilmem bu meselede ne oldu? O ince kalpli geline bütün geçmişteki günahlarımı affettirmek için hemen irademin dışında denilebilecek bir hâlde ayağa kalktım. Yanına gittim. Ayaklarının önünde yere diz çökerek yalvardım.
“Meleğim, gerçeği bilmeden haksız yere beni suçlamayınız. Rumuzla anlatmak istedikleriniz hakkında kader bana acımadı. Her zanlıyı söyletirler. Sonra ondan yana veya ona karşı hüküm verirler. Adalet kanunu böyledir. Fakat bu gece kölenizi öyle acıklı sözler söyleme ızdırabına düşürmemek için bu yargılamamı geleceğe bırakınız. Vicdanınızın önünde temize çıkacağımdan şüphem yoktur. Artık talihimin bana güler yüz gösterdiğine siz büyük bir delil değil misiniz? Hayır, delil değil, siz o gülen talihin ta kendisisiniz. Talih, uygunsuzluktan döndükten sonra sizin lütuf ve acıma bakımından cömertlikte ondan geri kalacağınıza ihtimal veremem. Ah o güzel gözleriniz!..” dedim.
Olağanüstü bir aşk saldırısıyla bir elimle belinden, ötekiyle ellerinden yakaladım. Müspet menfi elektrikle yüklü, tutuşmaya hazır iki cisim gibi vücutlarımızın bu temasından gözden göze şimşekler çakan kıvılcımlar ikimizi de sınırına son düşünülemez bir haz titremesi içinde bıraktı. Gelinin gözleri süzüldü. Bana da bayılmak, hayır bayılmak değil, aşırı zevkten canım çekiliyor gibi bir hâl geldi.
Bütün vücudundan, kabarıp inen göğsünden gül bahçelerinden, bahar çiçeklerinden çıkar gibi yayılan tatlı koku, bu güzel kokulu havaya karışan sıcak nefesi birkaç saniye teneffüs ettim.
Bedia, o nazik vücudundan umulmaz bir kuvvetle birden bir silkindi. Kollarımın arasından kurtuldu. Ve baygın bakışları birdenbire değişti. Öfkeli bir renge büründü. Hışımla bana bakarak, “Beni bırakınız beyefendi! Sizin sıkça sıkça oyuncak kırar yaramaz bir çocuk olduğunuzu biliyorum. Fakat dikkat ediniz. Bu defa elinize geçen oyuncak demirdendir. Onu kırayım derken muhakkak bir tarafınızı incitirsiniz. Sonra size yazık olur.” dedi.
Bu ikinci hakaretin etkisi, şehvet ateşiyle gevşemiş sinirlerim ve bütün kalbimin sıcaklığı üzerine buzlar yağar gibi beni o sonsuz zevkten derin bir ızdıraba düşürdü. Şimdiye kadar Havva kızlarından hiçbirine karşı böyle bir küçülmeyi göze almamış, yine hiçbir kadın ağzından bu yolda hakarete uğramamıştım.
Birdenbire bir mutluluk rüyasından uyanır gibi kendimi toplamaya uğraşarak birkaç adım açıldım. Manalı bakışlarla gelini tepeden tırnağa süzerek:
“Affedersiniz hanımefendi, kendinizi oyuncaklığına layık görmediğiniz karşınızdaki erkek size eğlence olmaya tenezzül etmeyecektir. Vücudunuz bir kocanın okşamalarına tahammül edemeyecek kadar nazikse bunu önceden düşünüp evlenmekten kaçınmalıydınız.”
Gelin aynı mağrur tavırla:
“Beyefendi, siz de bilirsiniz ki evlenme konusunda genellikle kızın fikri sorulmaz. Bunu velileri uygun görür, onlar da zorunlukla kabul ederler.”
“Demek ki bu gelin odasını şereflendirmeniz zorla oldu?”
İnce pembe dudaklarını kıvırarak:
“Gerçeği biraz geç anladınız ama her hâlde zekânızı tebrik ederim.”
Bu son hakarete karşı artık olanca onurum, bütün erkeklik gururum isyan etti. Bu terbiyesizi daha fazla konuşturmaya lüzum görmeyerek neye uğradığımı bilmez bir hâlde zile bastım.
İşlemeli başörtüsü, koyu neftî ipekli entarisi ve güleç bir yüzle içeri giren yenge kadına elimle gelini göstererek “Hanımın içine sıkıntı bastı. Biraz hava almak istiyor. Kendisini dışarı çıkarınız. Anneme de söyleyin, buraya gelsin.” dedim.
Bu söz, beynine birkaç okkalık taş fırlatılmış gibi yenge hanım üzerinde şiddetli bir etki gösterdi. Neşesi derhâl dehşete dönüşerek gözleri büyüdü. Önce ne diyeceğini bilemeyerek birkaç “Aaaaa a a a a!” savurduktan sonra biraz kendini toplayıp:
“Üstüme iyilik sağlık!.. O nasıl lakırtı öyle? Ötekileri birer ikişer yıl sonra savmıştınız. Bu zavallıyı ilk geceden mi kovuyorsunuz? Ben ne gelini dışarı çıkarırım ne de annenizi çağırırım. Beyefendi, aklını başına topla! Bir kere şu karşındaki kızın yüzüne bak… Kıyamadan bu hakareti zavallıya nasıl ediyorsun? Artık böylesini bir daha bulamazsın. O da ana baba evladı… Elin kızına yazık değil mi? Öyle şey olmaz. Oturun, barışın. Aman Allah’ım, bunun neresini beğenmedin?” dedi.
Elleriyle yüzünü kapadı. Böylesine şiddetli bir hakarete uğrayacağını galiba beklemeyen gelin hanımın yüzü kırgınlıktan gül pembesi bir renk aldı. Kendisini korumak için yenge kadının söylediği sözleri onuruna karşı aynı hakaret sayarak gelin yerinden azametle kalktı. Bir gurur sembolü olduğunu temsil ettirmeye uğraşır bir aktris gibi pırlantalı başını havaya kaldırarak yüksek bir tavır aldı.
Bu son hakaret sözlerinin titreşimleri hiç kulaklarımdan gitmez. Yengeye hitap ederek dedi ki:
“Yenge hanım, yenge hanım!.. Ağzından çıkan sözleri kulakların işitsin! Beyefendi beni değil, ben beyefendiyi beğenmedim. Dışarı çıkmak için ayaklarım senin yardımına muhtaç değildir. Beyin annesini çağırın da dertleşsinler.”
Yenge hanım, “A a a”ların en büyüklerini asıl işte burada kopardı.
Ben büyük bir hiddet, yenge kadın anlatılmaz bir hayret içinde iken gelin, tatlı akışlı bir ırmak hâline girmiş saman uğrusu gibi pırıl pırıl, ışık dalgalarını andırır bir salınışla akıp yürüdü. Hareketli adımlarıyla çiğneyip geçtiği o feci gelin odasının kapısı önünde durdu. Başını çevirdi. Muzaffer bir eda ile bana derin, manalı bir bakış fırlattı. Meğer bu bakışla, “Kalbine açtığım sevda yarasını şimdi sen bir iğne deliği kadar bile hissetmiyorsun. Bak onu ben nasıl büyüteceğim. Ne derecede kana bulaşmış bir hâle getireceğim. Onun şifa bulmasını sağlayamayacaksın. Bir iyileşme yolu bulamayacaksın.” demek istermiş. O derin bakışın bu korkunç manasını o zaman değil çok sonra anladım. Gerçekten gönlüme öyle bir kapanmaz, şifa bulmaz yara açtı ki onu her gün bir iğne ile kurcalaya kurcalaya kapanmasını engellemekteki ustalığına şaştım kaldım, işte o yara (kalbini göstererek) işliyor, hâlâ işliyor…
Macerasını anlatan Naki Bey’in bu noktada rengine bir kızıllık geldiğini görerek “İsterseniz bir limonata takdim edeyim.” dedim.
“Hayır birader hayır… Başımdan geçenlerin daha limonata içilecek yerlerine gelmedim. Göreceksiniz