Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda). Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda) - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 8
Duvağını sol tarafına atmış, elinde ipek dantel mendil, avizeden dökülen ışık yağmuruna karşı her hareketiyle bin pırıltı saçarak yürüdü. O göz kamaştıran salınarak edalı yürüyüşü hepimizi âdeta büyüledi. Olağanüstü güzelliğine ben değil oradaki bütün kadınlar bile hayran oldu.
Ağır ağır, salına salına geldi, yanımda oturacağı sandalyenin önünde biraz durdu. Ne kadar nazik bir tarzda olduğunu anlatmaktan âciz kaldığım saygılı bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı. Yerine oturdu. Yemin ederim ki böyle bir selamı, Fransızların varlığı ile iftihar ettikleri yüksek sahne sanatçısı Sara Bernar bile veremezdi.
Bu mahkemenin başkanlığını üzerine alan babam bana hitap ederek:
“Oğlum. Hanım kızımız aleyhinde bazı iftiralara cüretle bu gece kendisini gelin odasından kovmuş olduğunuz, görünüşte ve annenizin ifadesiyle sabit oluyor. Sen nasıl oğlumsan, o da kızımdır. Gerçeğin ispat edilmesi için bu gece ikinizi de söyleteceğim. Önce sen macerayı hikâye et bakalım. Sonra da hanım kızımı dinlerim.”
Ben: “Efendim, sözlerimde zerre kadar iftira yok. Mesele de karışık değil, çok açıktır. Birkaç cümle ile gerçeği anlatabilirim. Yanımdaki nikâhlım, bu evlenmeyi kendi isteğiyle değil, babasının zorlamasıyla çaresiz kabul etmiş. Benden de hoşlanmamış. Birinci zorlamaya bir ikinci zorlama eklemedense kendilerini babalarının evine geri yollamak elbette hayırlı olur zanneder, babalık lütuf ve merhametinizden bunu rica ederim. Böyle yüz yüze iftira alçaklığını kabul edecek yaratılışta değilim. Kendilerinden sorunuz, cevap versinler.”
Bu sözlerim üzerine salonda “Allah esirgesin, bu nasıl şey?” gibilerden bir fısıltıdır başladı.
Gelin hıçkırıklarını engellemek için dantel mendilini gözlerine götürdü. Bu gözyaşları bir tür suçunu itiraf etmesi demekti.
Babam, gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir süre bekledi. Nihayet “Bu iddiaya karşı cevabınız nedir?” sorusunu sordu.
Karım mendili yüzünden çekti. Zayıf bir sesle söze başladı. Fakat rica ederim, savunmasına cankulağıyla dikkat buyurunuz. Tıpatıp hatırımdadır. Bilmem ki bu sözleri hangi avukat mektebinde öğrenmiş? Savunmaya işte şöyle girişti:
“Yüksek huzurunuzda ağlamak küstahlığında bulunduğum için önce beni affetmek büyüklüğünü göstermenizi diler, eğer bu bir kabahatse onu şu gözyaşlarımın masumluğuna bağışlamanızı rica ederim.”
Şu başlangıç, babamın dikkatini çekip gözlerini fal taşı gibi açtı. Çünkü o ömründe bir kadın ağzından böyle kurallara uygun bir giriş yaparak düzgün bir konuşma işitmemişti. Hatta ben de…
Bedia sözlerine devamla:
“Yüksek sorunuza gereken cevabı verebilmek için biraz daha önceki duruma göz atmak zorunda bulunuyorum. Zannederim ki bu konuda benden müsaadenizi esirgemezsiniz.”
Salondaki kadınlar: “Ne diyor? Ne diyor? Anlayabiliyor musunuz?” sorularıyla birbirlerinden meseleyi anlama fısıltısına giriştiler.
Bedia: “Bir kızın en önemli hayat olaylarından olan şu gerdek gecemde kocam beyefendiyle yüz yüze böyle suçlu sandalyesine benzer bir yere oturtulmuş olmam, şu zayıf sesimle kulaklarınıza ulaştırmaya çalışacağım savunmamın büyük önemini ihtar ile beni titretiyor. Bunun için sözlerimin bu büyük öneme uygun bir anlayış görmesi gereğini belirtmeyi fazla buluyorum.
Oğlunuz beyefendinin suçlaması üzerine teliyle duvağıyla huzurunuza getirtmiş olduğunuz şu gelinin hâlinden yakınan sesi, bu gece üç kadın hukukunu savunma ile görevlidir. O kadınların ikisi biraz önce içinden kovulduğum gelin odasını gelinlik elbiseleri ve saf, temiz kızlıklarıyla süsleyerek sonunda boşanma felaketine uğrayan eski gelinlerinizdir. Üçüncüsü de bu felakete aday olan (ufak bir reverans yaparak) bu cariyeleri…
Efendi hazretleri, önceki bu iki gelininiz ne oldu? Bu çok tuhaf bir soru değil mi efendim? Oğlunuzun bir sözü ile evinizden kovulan, yakınlığınızdan uzaklaştırılan o talihsizlerin durumundan söz etmek artık gereksizdir. Onlar beyefendinin gözlerini oyalamak, arzularınızı yerine getirmek için yaratılmış birer çiçektiler. Zavallıların manzarasından bıkıldı. Kokusuna doyuldu. Artık beyefendinin gönlünde onların çiçeklenmesini, serpilip gelişmesini sağlayacak sevdadan eser kalmadı. Her yanlarını bir soğukluk bürüdü. Onların güneşleri demek olan beyin sıcaklığından yoksun kalarak karanlık ufuklarda, o felaketli yerde kim bilir ne acıklı saatler geçirdiler.
Gerçekte değil yalnız beyin gönlünde kurumuş oldukları için siz bu saksıları kapıdan dışarı silkiverdiniz. Gelin odasının süsleri içine benim için de sakladığınız son bu değil midir?”
Bedia her cümleyi jestleriyle kayıtlandırarak, sesine bazen hüzünlü, bazen sert, bazen uzun, bazen kısa bir söyleyiş ahengi vererek bu deklamasyon dersini öğrendiği mektebin mucibi öğretimine bizi hayrette bırakıyordu.
Sızlanış hücumları birbirini izleyen dalgalar gibi fikir ufuklarına doğru ulaştıkça yüzü ateş kesiliyor, gözlerinin yaşı kuruyor, fırlattığı alaylı bakışlarıyla artık üzüntü gözyaşlarını kendisini dinleyenlerin gözlerinde arıyordu.
Şu başlangıçtan savunma sonucunun alacağı dehşetli rengi sezerek karşılık vermek için bazı zayıf noktalar yakalamak zihnimden bunların gerekli dağarcıklarını hazırlamak fikrine düştüm. Fakat ne mümkün? O sözlerin en amansız büyüleneni ben oluyordum.
Babam bütün bütün şaşırdı. Bana: “Ne dersin? Neticeyi beklemeden bu kızı susturmalı mı? Çok ileri varıyor!” manasını anlatan bakışlar fırlatıyordu. Ama ben kesin yenilgimizi bilmekle beraber sonuna kadar dinlemek istiyordum. Benim için bu müziğin sözleri müthiş fakat nağmesi çok güzeldi.
Bedia: “Sizin için hatırlanması şimdi gereksiz görünen o iki gelin birer zulüm görmüş geçmiş; fakat benim için birer geleceğin aynasıdır. Bilinen neticeye kadar şu konak içinde acılarla geçireceğim hayatın bütün ayrıntılarını o aynalarda dehşetle seyredebilirim. Arabanın ön tekerleği nereye giderse art tekerleği de oraya gideceği atasözü bildiğiniz şeydir. Bu aynalarda artık siz bir şey görmek istemezsiniz. Onlar sizin için tozlara bürünmüş, unutulmuştur. Fakat müsaade buyurunuz, şu telli duvağımla bu tozları sileyim. O aynaları şimdiye kadar ilgisiz duran gözlerinize karşı tutayım. Hep birden seyredelim.
Birinci gelininiz, oğlunuz beyefendinin derdinden, ona karşı duyduğu sevgi ve özlemden verem olup ölmüştür. Belki bundan haberiniz yoktur. Kovulmuş bir gelinin ölümünü düşünmeye mecbur musunuz? Bu hâl can alıcılara ait bir meseledir.”
(Ben artık hikâyenin limonata içilecek zamanı geldi zannıyla elimi sürahiye uzatarak Naki Bey’in yüzüne baktım. “Arzu buyrulmaz mı efendim?” dedim. Muhatabım bana dalgın dalgın bakarak ve elini sallayarak daha oralara çok vakit olduğunu anlattı. Doğrusu ben dayanamadım. Bir bardak içtim.)
“Bu mutsuz kadının ne biçimde öldüğünü, acıklı ölümünü dilim döndüğü kadar anlatacağım.”