Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda). Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda) - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 7
“Hiç aceleyle öyle şey olur mu? Durun bakalım, kızın fikrini, derdini anlayalım.”
“Artık pek anlaşılmayan bir yönü kaldı mı? İşte hepsini açıkça söyledi. Benden hoşlanmamış.”
“Ama siz hoşlanılmayacak bir delikanlı mısınız?”
“Tabiat bu ya… Hoşlanmayabilir. Zorla güzellik olur mu? Belki bir başkasını seviyor. Belki o sevdiği benden çok daha güzeldir. Çünkü buna başka mana veremiyorum.”
“Sus beyim sus!.. Ah şimdiki kızlar!.. Gideyim annenizi çağırayım da işi bir konuşunuz. Fakat şey… Siz bu kızı sevdiniz mi?”
“Benden hoşlanmayan bir kızın nesini seveyim? Dünyada kadın kalmasa yine de böylesine tenezzül etmem. Öteki karılarım bundan güzeldi. Sen çok iyi bilirsin.”
“Bilirim, bilirim… İşte onların ahı çıkıyor zannederim.”
“Şimdi benim tandırname dinlemeye vaktim yok! Ahı mahı ne olacakmış? Bu gece defederiz, biter gider! Hadi sen annemi gönder.”
Çağırmaya lüzum kalmadan o sırada annem alı al, moru mor bir hâlde odadan içeriye girdi. Yorgun, bitkin ve bezgin bir hâlde bir kanepenin üzerine yığıldı. Bir süre o bize baktı, biz ona baktık. Nihayet bana hitapla dedi ki:
“Bu ne demek olacak oğlum böyle? Babanı odasında hafakanlar boğuyor. Kızı dışarıda o hâlde görünce ben de öldüm öldüm, dirildim!”
“Nasıl hâlde?”
“Nasıl olacak? İki gözünün yaşı yağmur gibi akıyor!”
Yenge ile çok şaşırmış bir hâlde birbirimize baktık. Hayretimi bir türlü yenemeyerek sordum ki:
“O kız ağlıyor mu dışarıda?”
“Git de marifetini gör! Daha ilk geceden bu hakaretler reva mıdır? Babana, bana acımadınsa bari gelinin duvağına hürmet edeydin. Bunu da öteki bıraktığın kızlar gibi mi sandın? Bu, şöyle böyle bir adamın kızı değil ki… Onlar bizden kibar… Kızlarını dışarı vermiyorlardı. Bin türlü rica minnetle aldık. Elinden uçanla kaçan kurtulmuyor. Türkçe, Fransızca okuma yazma… Nakış, dikiş, biçme, kesme… Piyano, keman, her türlüsü…”
“Birinci sınıf artist olduğunu zaten görünce anladım.”
“Halt etmişsin! Niçin olsun arsız? Lakırtı söylerken yarı beline kadar kızarıyor. Gayet irfanca lügatli sözler söylüyor. Bazı lakırtılarını ben bile anlamıyorum…”
“İşte hep bu hâlleri artistliğinden ileri geliyor.”
“Niçin inat ediyorsun Naki? Sana arsız değil diyorum.”
“Anneciğim, ben arsız demiyorum! Artist diyorum! Fransızlar hünerli olanlara böyle derler.”
“Fransızlar hünerli olanlara arpis mi derler? Başka takacak ad bulamamışlar mı? Aman ne derlerse desinler! Şimdi bana o lazım değil. Aranızda ne geçti? Sen onu anlat bakayım.”
“Uzun uzadıya söze lüzum yok. Şu anda o kızı bir arabaya koyup babasının evine göndermeli. Anlıyor musun anne? Şu anda…”
“Öyle ya… Benim o kadar aylık emeğim, bunca masraf havaya gitsin… Âlemin dedikodusunu da düşünmeyelim. Beyefendi hoşlanmadı diye ilk gecesinde kızı arabaya koyup babasının evine gönderiverelim, öyle mi? Naki, burasını iyi bil… Bundan sonra karı diye damlara çıksan büyük sözüme tövbe, senin için görücü gezmem. İşte bu evlenmen son evlenmendir. Artık el kızlarının başlarını ateşte yakamam. Allah’tan korkarım. Şimdi bir arabaya koyup gönderin sözleriyle bört bört böbürlenme öyle… O da senin başına kusmadı ya… Zaten kız yalvarsan durmuyor. ‘Bir araba getirin, babamın evine gideceğim. Bu gece beni burada alıkoyarsanız kendimi kuyuya atarım!’ diyor.”
“İşte iyi ya… Mademki o da öyle arzu ediyormuş, kendini kuyuya atmasına meydan vermemek için gönderin gitsin.”
“Naki, doğru söyle, kıza ne yaptın? Az buz hakaret görmekle duvağı başında bir gelin bu sözü söylemez.”
“Hiçbir şey yapmadım.”
“Hiçbir şey yapmadan bu rezalet çıkmaz. Hele hele doğru söyle.”
“Anneciğim, siz şimdi onu gönderin. İşi sonra size anlatırım. Eğer beni haksız bulursanız vereceğiniz cezaya razıyım.”
Annem hiddetle gözlerini açarak şimdiye kadar kendisinden hiç görmediğim bir şiddetle:
“Halt etmişsin hayırsız! Ben öyle ilk geceden babasının evine kız göndermem. Hep senin sözün değil, bu defa benim sözüm olacak. Bu işi nasıl berbat ettinse gel yine kendin öyle temizle… Kız bizim sözümüzü dinlemiyor. Gel, yalvar yakar, ne yaparsan yap, bu gece kendisini alıkoy. Yarın ben âlemin, özellikle kız anasının yüzüne nasıl bakacağım? İşte ayak diriyorum, mutlak bu iş böyle benim dediğim gibi olacak. İnadından dönmezsen şimdi buraya baban da gelecek. Ona ne cevap vereceksin? Zavallı adamın yüreğine mi indireceksin? Baban bu emri verdi. Beni sana gönderdi. Bize itaat etmezsen ananı babanı yok bil. Başka lam cim yok! Bu akşam mutlak bizim sözümüz olacak… Mutlak, mutlak… İnatçı kafan işitiyor mu?”
Ümitsizce, öfke ile yerimden fırlayarak:
“Bu emriniz bence yerine getirilemez! İhtimali yok… Sözünüzde ısrar ederseniz siz de beni yok biliniz… Kıza o kadar acıyorsanız bari ben kendimi kuyuya atayım da mesele kapansın! Başka sevdiği bulunan bir kızı ben karılığa kabul edemem. Böyle önemli bir meselede ana baba ısrarı para etmez…”
Bu son sözlerime karşı annemin ağzı açık kaldı. Şüpheli bir bakışla beni süzerek:
“Allah’tan kork hayâsız… Tek sözüm olsun diye elin bakir kızına iftira etmeye utanmıyor musun?”
“İftira etmiyorum. Yanınızda söyleyeyim. Hep işitiniz. Benden hoşlanmadığını açıkça söylüyor. İşte burada yenge hanım da işitti.”
“Bir kız Çingene çadırından gelse ilk gecede yine bu sözü söylemez. Yenge hanımı tanık tutma, inanmam… Şu odadaki kanepeler, sandalyeler, bütün eşya dile gelip tanıklık etse yine inanmam. Kızın mensup olduğu ailenin soyluğunu, namusunu, terbiyesini bilmiyor musun? Hiç onların kızından öyle şey umulur mu?”
“Efendim, Halep orada ise arşın burada… Şimdi babam, sen, bütün ailemiz fertleri kızın yanına gideriz. Hepinizin önünde ben kendisinden sorarım. Vereceği cevabı hep işitirsiniz. Ondan sonra vereceğiniz hükme razıyım. Bu ayıbıyla kızı kabul et derseniz ederim. Artık buna bir diyeceğiniz kaldı mı?”
Bu teklifim kabul edildi. Büyük salonda babam, annem, bütün akrabamızdan olan kimselerle bir divan kuruldu.
Ortaya biri davacı, öteki dava edilen için iki sandalye kondu. Tanınmış, kibar aile düğünlerinde