Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 14
Masaya yaklaşıp parmağını haritaya uzatıp hızla konuşmaya; hiçbir durumun Drissa ordugâhının değerini azaltamayacağını, her şeyin önceden hesaplanmış olduğunu, bir çevirme hareketi yapacak olursa düşmanın mutlaka yok edileceğini ileri sürmeye başladı.
Almanca bilmeyen Paulucci, ona Fransızca sorular sordu. Woltzogen, Fransızcayı kötü konuşan şefinin imdadına koştu;
olup biten her şeyin ve olabilecek olanların tümünün planda öngörülmüş olduğunu, ortaya çıkan aksaklıkların her şeyin gerektiği gibi uygulanmamasından doğduğunu ispatlamaya çalışan Pfuhl’un söylediklerine zorla yetişerek onları çevirmeye başladı. Pfuhl, alaylı alaylı gülümseyip duruyor ve anlatıyordu. Sonunda, küçümseyen bir tavırla ispatlamaya çalışmayı bıraktı. Doğru çözüldüğü kanıtlanmış olan bir problemi, başka yöntemlerle doğrulamaktan vazgeçen bir matematikçi gibiydi. Woltzogen, onun yerine geçerek Pfuhl’un fikirlerini Fransızca açıklamaya girişti. Arada bir “Nicht whar, Excellenz?”42 diye soruyordu.
Çarpışmanın heyecanı içinde kendi tarafındakilere de ateş eden birisi gibi Pfuhl, yardımcısı Woltzogen’e de çıkıştı:
“Nun ja, was soll denn da noch expliziert werden?”43
Paulucci ve Michaux, ikisi birden Fransızca konuşarak saldırıyorlardı Woltzogen’e. Armfeldt, Pfuhl’a Almanca hitap ediyordu. Tolly her şeyi Rusça olarak açıklıyordu Prens Volkonski’ye. Prens Andrey, sesini çıkarmadan dinliyor ve gözlüyordu bunları.
Bu adamlar arasında Prens Andrey’in en fazla yakınlık duyduğu kimse; öfkeli, kararlı ve kendisinden delice emin olan Pfuhl’du. Aralarında yalnızca o, kendisi için herhangi bir şey istemiyor ve kimseye kişisel düşmanlık duymuyordu. Tek bir şey istiyordu o: Üzerinde yıllarca çalıştığı bir kuramın sonucu olan planını uygulatmak. Gülünç ve alaycılığı tatsız bir kimseydi ama düşüncelerine bütün varlığıyla bağlı oluşu ister istemez saygı uyandırıyordu. Ayrıca Pfuhl dışında, bütün ötekilerin söylediklerinde, 1805 Savaş Kurultayında görülmeyen bir ortak özellik vardı: Napolyon’un dehasından duydukları ve saklamaya çalıştıkları panik uyandırıcı bir korkuydu bu. İtirazlarının her birinde kendini gösteriyordu bu korku. Onun her şeyi yapabileceği kabul ediliyor, aynı anda her yandan boy göstermesi bekleniyor, birinin teklifi çürütülmek istendiğinde onun korkunç adından yararlanılıyordu. Yalnızca Pfuhl, kuramına karşı çıkanların tümü gibi Napolyon’u da bir barbar olarak görür gibiydi. Ama Pfuhl, saygının yanı sıra, acıma da uyandırıyordu Prens Andrey’de. Saray mensuplarının ona davranışları, Paulucci’nin İmparator’a söyleme cesaretini gösterdiği sözler ve özellikle Pfuhl’un kendisinde gözlenen bir çeşit umutsuz şiddet, yakında gözden düşeceğini hem başkalarının hem de kendisinin bildiğini gösteriyordu. Kendine güvenine ve Almanvari alaycılığına rağmen şakaklarda düz taranmış ama ensede dikilmiş saçlarıyla acıma uyandırıyordu. Sinirli ve küçümseyici dış görünüşü altında; kuramını, çok büyük bir ölçüde ispatlamak ve doğruluğunu tüm dünyaya göstermek için yakalamış olduğu bu biricik fırsatı elinden kaçırmak üzere olduğunu görüp umutsuzluğa düştüğü belliydi.
Tartışmalar uzun sürdü; uzadıkça haykırmalara ve kişisel suçlamalara kadar vardı ve söylenenlerden genel bir sonuç çıkarma imkânı gittikçe kayboldu. Çeşitli dillerde yapılan bu tartışmaları, varsayımları, planları, karşı çıkmaları ve haykırışları dinleyen Prens Andrey; söylenenlere şaşırmaktan başka bir tepki gösteremiyordu. Askerlik hayatı boyunca sık sık ve eskiden beri aklına takılan bir savaş bilimi olmadığı ve bundan dolayı “askerî deha” denen şeyin de olamayacağı düşüncesi, şimdi ona, apaçık bir hakikat olarak görünüyordu. Şartları ve durumları bilinmeyen ve belirlenemeyen etkileyici güçlerinin belirlenmesi de daha az mümkün olan bir işte bir kuram ve bilim söz konusu olabilir miydi? Ordumuzun ve düşmanın durumunun yarın ne olacağını kimse bilemezdi, şu ya da bu birliğin gücünü de kimse kestiremezdi. Kimi zaman, ilk saflarda bulunan ve “Mahvolduk!” diye bağıran, kaçan bir ödleğin yerine coşkulu ve yürekli bir asker “Hurra!” diye bağırdığında beş bin kişilik bir birlik, Schoengraben’de görüldüğü gibi otuz bin askere bedel olurdu ve kimi zaman Austerlitz’deki gibi elli bin kişi, sekiz bin kişinin önünden kaçabilirdi. Bütün pratik sorunlarda olduğu gibi, hiçbir şeyin önceden kestirilemediği ve her şeyin, ne zaman gerçekleşeceğini kimsenin bilmediği bir anda önemleri belli olan sayısız koşula bağlı olduğu bir işte bilim söz konusu olabilir miydi? Armfeldt, ordumuzun irtibatının kesildiğini söylerken Paulucci, Fransız ordusunu iki ateş arasında bıraktığımızı ileri sürüyordu; Michaux, Drisse ordugâhının kusurunun arkasında ırmak bulunmasından ileri geldiğini, Pfuhl ise bu durumun ordugâhın kuvvetli yanı olduğunu savunuyordu. Tolly bir plan teklif ediyor, Armfeldt bir başka plan ileri sürüyordu; hepsi yararlı ya da kusurluydu bunların, tekliflerin üstün yanı ancak olay gerçekleştiği an belli olacaktı. Öyleyse neden herkes askerî dehadan söz ediyordu? Peksimetin dağıtılmasını tam zamanında emretmesini ya da birinin sağa, birinin sola gitmesi konusunda emir vermesini bilen kimse mi askerî dehaydı? Generaller sadece, şatafat ve iktidara bürünmüş olduklarından ve bir alçaklar güruhu, onlara olmayan sıfatlar yakıştırarak iktidara dalkavukluk ettiği için kendilerine dâhi diyor. Tam tersine, tanıdığım en iyi generaller kalın kafalı ya da dalgın kimselerdi. Aralarında en iyisi Bagration’dur. Napolyon da kabul etmiştir bunu. Ya Napolyon? Austerlitz savaş alanında, kendinden hoşnut ve kaba yüzünü hatırlarım onun. İyi bir komutan için dehada özel nitelikler de gerekli değildir; tam tersine insanın en yüksek, en iyi niteliklerinden, sevgiden, şiirden, şefkatten, felsefi şüpheden yoksun olması gerekir onun. Dar görüşlü, yaptığı işin çok önemli olduğundan kesinlikle emin -yoksa sabrı taşar- bir kimse olmalıdır; o ancak o zaman yiğit bir komutan olacaktır. Birini sevmekten, birine acımaktan, haklı ve haksız üzerinde düşünmekten Tanrı korusun onu! Kudretli olduklarından, eski zamanlardan beri onlar için deha diye bir şey uydurulmuş olması kolayca anlaşılıyor. Savaştaki başarı onların eseri değildir çünkü zafer ya da mağlubiyet, ilk saflarda bulunan ve ilk olarak “Hurra!” ya da “Mahvolduk!” diye bağıran askere bağlıdır aslında ve yararlı olmaya kesinlikle inanarak ancak saflarda hizmet edilebilir.
Tartışmaları dinlerken işte böyle düşüncelere dalıp gitmişti Prens Andrey ve toplantı dağılırken Paulucci seslendiğinde kendini toparladı.
Ertesi gün resmigeçitte İmparator, Prens Andrey’e nereye atanmak istediğini sordu ve Prens, Majestelerine bağlı olmak yerine orduda hizmet etmek iznini isteyince saray mensuplarının gözünde eline geçen büyük şansı geri dönüşü olmayacak bir şekilde kaybetmiş oldu.
XII
Seferin başlamasından önce Rostof, anne babasından bir mektup almıştı. Mektupta, Nataşa’nın hasta olduğu ve Prens Andrey ile nişanının bozulduğu (Nataşa istemediği için böyle olduğu ileri sürülüyordu.) kısaca belirtildikten sonra, istifa etmesi ve eve dönmesi bir kere daha isteniyordu. Nikolay mektubu alınca istifa etmek şöyle dursun, izin bile istemeyi düşünmedi. Nataşa’nın hastalığına ve nişanın bozulmasına üzüldüğünü, isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapacağını yazdı. Sonya’ya da ayrı bir mektup gönderdi.
41
“Çocuk oyuncağı.”
42
“Öyle değil mi Ekselans?”
43
“Tabii, açıklanacak ne var bunda?”