Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 31
Mektubu şamdanın altına koyup gözlerini yumdu. Tuna Irmağı, aydınlık bir öğle vakti, kamışlar, Rus ordugâhı ve yüzünde tek kırışık olmayan, gözü pek, neşeli, genç bir general, yani kendisi, Potemkin’in sırmalı çadırına girerken gözünün önüne geldi ve bu gözdeye karşı duyduğu haset aynı güçle canlandı yüreğinde. Potemkin’le ilk karşılaşmasında söylenen bütün sözleri hatırladı. Sarı ve tombul yüzlü, kısa boylu ana kraliçe, kendisini iltifat ederek ilk defa kabul edişi, sonra katafalktaki yüzü ve elini ilk olarak öpme hakkı konusunda Zubof’la çıkan tartışma geldi gözünün önüne.
Ah! Hemen, çabucak o zamana dönebilsem! Şimdiki zaman çabucak sona erse ve beni rahat bıraksalar! dedi içinden.
IV
Prens Nikolay Andrey Bolkonski’nin malikânesi Lisi Gori, Smolensk’in altmış verst kadar arkasında ve Moskova yolunun üç verst uzağındaydı.
Prens’in, Alpatiç’e emirler verdiği gece Desalles; Prenses Mariya ile görüşmek istemiş ve İhtiyar Prens’in sağlığının yerinde olmadığı ve güvenlik konusunda hiçbir önlem almadığı için ve üstelik Prens Andrey’in mektubundan, Lisi Gori’de kalmanın tehlikeli olduğunun açıkça anlaşılmasından ötürü, Prenses Mariya’nın kendisinin Smolensk Valisi’ne bir mektup yazıp Alpatiç ile göndermesini ve durum konusunda kendisine bilgi verip burada kalmanın ne ölçüde tehlikeli olduğunu bildirmesini istemesini rica etmişti. Prenses Mariya, kendi ağzından Desalles’in yazdığı mektubu imzaladı ve hemen valiye götürmesini, tehlike söz konusu ise hemen geri dönmesini Alpatiç’e emretti.
Bütün emirleri aldıktan sonra Alpatiç, kendisini uğurlayan ev halkıyla birlikte, başında beyaz tüylü şapkası -Prens’in armağanıydı bu- ve elinde Prens’inkine benzeyen bir baston olduğu hâlde, besili üç kır atın koşulu olduğu arabaya binmek üzere dışarı çıktı.
Büyük çıngırak bağlıydı, küçüklerinin içine de kâğıt doldurmuşlardı. Prens, Lisi Gori’de kimsenin çıngırak kullanmasına izin vermiyordu. Ama Alpatiç, uzun yolculuklarda büyük ve küçük çıngırakları kullanmayı severdi. Alpatiç’i bütün takımı, ayak işlerine bakan çocuk, muhasebeci, efendilerin ve hizmetçilerin aşçıları olan kadınlar, iki ihtiyar kadın, seyis, arabacı ve ötekiler uğurlamaya çıkmışlardı.
Kızı; Alpatiç’in arkasına, basma kaplı kuş tüyü yastıklar, minderler yerleştirdi. Yaşlı baldızı, gizlice içi dolu bir çıkın yerleştirdi arabaya. Arabacı da binmesine yardım etti.
“Ah, kadınların şu işgüzarlığı! Ah, şu kadınlar, kadınlar!” dedi Alpatiç tıpkı Yaşlı Prens gibi konuşarak.
Sonra tarlalarda yapılması gereken işler hakkında talimat verdi ve Prens’i taklit etmeyi bir yana bırakarak dazlak kafasından şapkasını kaldırıp üç kere haç çıkardı.
Savaşa ve düşmana ilişkin söylentilere dolaylı olarak değinen karısı “Eğer bir şeyler olursa… N’olur geri dönün Yakof Alpatiç, bize acıyın!” diye bağırdı.
“Ah şu kadınlar, şu kadınlar! Kadınların şu işgüzarlığı!” dedi yine Alpatiç kendi kendine. Yer yer sararmış çavdar, henüz yeşil sık yulaflara ve çimenlerle kaplı ve bazı yerleri de kapkara olan tarlalara bakınarak yola koyuldu.
Bu yeni yaz gününü seyrederek, yer yer biçilmiş çavdar tarlalarının oluşturduğu çizgilere bakarak, tohum ve hasat konusunda hesaplar yaparak ve Prens’in unutulmuş bir emri olup olmadığını düşünerek ilerliyordu Alpatiç.
Yolda hayvanları yemlemek için iki kere durduktan sonra, 4 Ağustos akşamı kente vardı.
Yolda ağırlıklara ve askerî birliklere rastlamış, onları geçmişti. Smolensk’e yaklaşırken top sesleri duydu ama buna hiç şaşırmadı. En fazla ilgisini çeken şey, askerlerin yem için biçtikleri besbelli olan ve üzerinde ordugâh kurulmuş bulunan çok güzel bir yulaf tarlasıydı. Bu, çok etkilemişti Alpatiç’i ama kendi işlerini düşünerek çok geçmeden bunu da unuttu.
Otuz yıldır Alpatiç’in hayatla bütün ilgisi, yalnızca Prens’in istekleriyle sınırlanmıştı. Bu çemberin içinden hiçbir zaman çıkamamıştı o. Prens’in emirlerini uygulamaya ilişkin olmayan herhangi bir şey, ilgilendirmezdi Alpatiç’i ve onun için var bile olamazdı.
Alpatiç, 4 Ağustos akşamı Smolensk’e gelince Dinyeper’in öte yakasındaki Gaça varoşunda bir hanın önünde; otuz yıldır gelip gittiği Ferapontof’un Hanı’nın kapısında durdu. Ferapontof, Alpatiç’in olumlu sonuç veren aracılığıyla on iki yıl önce Prens’ten bir koru satın almış ve ticaret yapmaya başlamıştı. İl merkezinde bir evi, bir hanı, bir de uncu dükkânı vardı şimdi. Kalın dudaklı, iri burunlu, çatık siyah kaşlarının üzerinde yumrular göze çarpan, kırk yaşlarında, iri yarı ve koca göbekli bir mujikti Ferapontof.
Sırtında yelek ve basma bir gömlekle, sokağa bakan dükkânının önünde duruyordu. Alpatiç’i görünce hemen yaklaştı.
“Hoş geldin Yakof Alpatiç!” dedi. “Millet kentten çıkıyor, sen kente geliyorsun!”
“Ne? Kentten mi çıkıyor?” dedi Alpatiç.
“Tabii! Şu bizim millet aptaldır derim her zaman, korkarlar Fransızlardan!”
“Kadın uydurması bunlar, kadın lafı!” dedi Alpatiç.
“Tam üstüne bastın! Onları kentte bırakmamak gerektiği konusunda emir olduğuna göre, bu böyledir. Ama köylüler araba başına üç ruble istiyorlar, kimsede insaf kalmamış doğrusu.”
Yakof Alpatiç, yarım yamalak dinliyordu söylediklerini. Semaverin hazırlanmasını ve hayvanlar için kuru ot istedi. Çayını içtikten sonra da yattı.
Bütün gece boyunca hanın önünden askerî birlikler geçti. Alpatiç ertesi sabah, yalnızca kentte kullandığı elbisesini giyerek işlerini yapmak üzere dışarı çıktı.
Aydınlık bir sabahtı, saat sekiz olduğu hâlde hava iyice sıcaktı. Hasat için eşsiz bir gün! diye düşündü Alpatiç. Sabahın erken saatlerinden beri, kentin uzak yerlerinden silah sesleri duyuluyordu.
Saat sekizden sonra silah seslerinin yanı sıra top sesleri de duyulmaya başladı. Sokaklarda, aceleyle bir yerlere giden insanlar ve askerler görülüyordu. Ama arabacılar arabalarıyla dolaşıyor, esnaf dükkânlarının önünde duruyor, kiliselerde ayin yapılıyordu her zamanki gibi. Alpatiç; dükkânlara, resmî dairelere, postaneye, Vali’ye gitti. Buralarda herkes ordudan ve artık kente saldırmaya başlayan düşmandan söz ediyor ve birbirini yatıştırmaya çalışıyordu.
Vilayet konağının önünde toplanmış kalabalık, kazaklar ve Vali’nin uzun yol arabası, Alpatiç’in dikkatini çekti. Merdivenlerde iki soyluya rastladı. Bunlardan birini, eski polis komiserini tanıyordu. Komiser heyecanla konuşuyordu:
“Yalnız olan için sorun yok! Tek başın derdi mi olur? Ama on üç kişilik bir aileyi düşün! Mal mülk de var…