Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 8
Digne şehrinin zengin ileri gelenleri, tövbekâr kadınları ve azizeleri, Monsenyör’e güzel bir minber almak için kendi aralarında para toplamışlar; Piskopos ise bu paraları almış ve yoksullara dağıtmıştı. “Benimki mihrapların en güzeli.” diyordu: “Tanrı’ya şükreden ve teselli bulan mutsuz kişilerin ruhuna hitap etmesi yeterli.”
Vaaz odasında, dua etmek için iki hasır sandalye bulunuyordu; aynı tip sandalyeden bir adet de yatak odasına yerleştirilmişti. Olur da vali ya da komutan, alayındaki askerlerle ya da küçük ilahiyat okulundan birkaç öğrenci kabul ettiği, kalabalık yedi ya da sekiz kişilik bir grupla ziyarete geldiğinde evin tüm odalarında ve kış salonunda bırakılmış olan bu hasır sandalyelerin hepsi yemek odasına getiriliyordu. Bu sayede misafirlerin oturabilmesi için on bir sandalye toplanmış oluyordu. Oda, her bir misafir için yeniden düzenleniyordu.
Bazen ziyaretçi grubu on iki kişi olduğunda Piskopos, durumu kurtarabilmek ve mahcubiyetini giderebilmek için kışın şöminenin önünde duruyor; yazın ise bahçede dolaşmayı tercih ediyordu.
Vaaz odasının, gece yatıya gelenler için ayrılmış olan küçük yatak odasında da bir hasır sandalye vardı. Ancak hasırları öylesine yıpranmıştı ki sağlam üç bacağı olan bu sandalye ancak duvara dayalı hâlde kullanılabiliyordu. Matmazel Baptistine’in kendi odasında eski yaldızlı kumaşla kaplanmış, üzeri çiçekli kadife kumaştan çok büyük bir ahşap sandalyesi vardı lakin merdivenler çok dar olduğundan bu eve taşındıkları sırada bu sandalyeyi birinci kata ancak balkondan çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle bu sandalyenin aşağıda düzenli olarak kullanılması mümkün değildi.
Matmazel Baptistine’in en büyük hayali, akaju renginde ve gül desenli kadife oturma odası takımı satın alabilmekti. Ama şu an için bu en az beş yüz franga mal oluyordu. Beş yıl boyunca bu hayalini gerçekleştirebilmek için kenara ancak kırk iki frank ve on santim2 atabilmiş olduğundan sonunda bu hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Zaten, kim bütün hayallerine kavuşabiliyordu ki?
Aslında Piskopos’un yatak odasını, hepiniz kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz. Yeşil başlığıyla demirden bir hastane yatağını aydınlatan ve bahçeye bakan dar bir penceresi vardı. Yatağın hemen arkasında bir perde asılıydı, bu perde açıldığı anda ortaya bir insanın zarif alışkanlıklarını dışa vuran birkaç tuvalet eşyası ortaya çıkıyordu. Bu odada biri şömineye yakın iki kapı vardı. Kapılardan şömineye yakın olan vaaz odasına, kitaplığın yakınındaki kapı ise yemek odasına açılıyordu. Kitaplık; cam kapaklı, kitaplarla dolu, büyük bir dolaptı. İçinde hiçbir zaman ateş yanmayan mermer şöminenin ön tarafında, piskoposların eski lükslerinden sayılan altın suyuna batırılmış varaklı zincirler sarkıyor; iki tarafında bir çift demir ızgara duruyordu. Şöminenin baca kısmında ise yaldızları düşmüş, ahşap bir çerçeve içerisinde eski püskü bir kadife zemin üzerine sabitlenmiş, gümüşü çoktan aşınmış, demirden bir haç asılıydı. Cam kapaklı büyük kitaplığın hemen yanında, üzerinde bir hokka ile karışık kâğıt yığınları ve kalın ciltlerden oluşan kitapların bulunduğu büyük bir çalışma masası vardı. Masanın önünde ise yine hasırdan, kollu bir sandalye duruyordu. Vaaz odasından alınan iskemle de yatağın önüne yerleştirilmişti.
Yatağın iki kenarında, duvara asılı, oval çerçeveli iki portre vardı. Bu portrelerden biri, üzerlerindeki yazıtlardan anlaşılacağı üzere ünlü din adamlarından Aziz Claude Piskoposu Rahip Chaliot ve diğeri de Agde’nin Başpapazı, Grand-Champ Rahibi, Chartes Piskoposluğundan Rahip Torteau’ya aitti. Piskopos, hastanedeki hastaların ardından burayı yatak odası olarak kullanmaya başladığında bu portreleri orada bulmuş ve yerlerinden çıkarmamıştı. Sonuçta onlar da birer din adamı ve aynı zamanda bağışlayıcı Tanrı’nın elçileriydi; bu da Piskopos’un onlara saygı duyması için yeterli bir nedendi. Bu iki kişi hakkında bildiği tek şey, birinin piskoposluğunu Kral’ın yanında devam ettirmesi gerektiği; diğerinin de onun yerine 27 Nisan 1785’te atanmış olmasıydı. Madam Magloire bu resimleri, tozunu almak için duvardan indirdiği sırada Piskopos; resmin arkasında küçük bir kâğıda yazılmış ve zamanla sararmış olan yazıda bu ayrıntıları keşfetmişti.
Penceresinde kaba pamuklu, antika bir perde asılıydı. Öylesine eskimişti ki tam ortasında şerit şeklinde bir yırtık oluşmuştu. Madam Magloire yeni bir perde almanın masrafından kaçınmak için onu tam ortasından büyük bir çizgi hâlinde dikmek zorunda kalmıştı. Sonunda bu dikiş, perde üzerinde büyük bir haç işaretinin oluşmasına neden olmuştu. Piskopos ise sık sık buna dikkat çekerek, “Bu ne hoş oldu böyle!” derdi.
Evin istisnasız tüm odaları, kışlalar ve hastanelerde olduğu gibi beyaz badanalıydı. Bununla birlikte son yıllarda Madam Magloire, temizlik yaptığı sırada Matmazel Baptistine’in odasındaki duvar kâğıtlarının altında renkli resimler olduğunu keşfetmişti. Çünkü hastane olmadan önce bu ev, burjuvaların eski Meclis binasıydı. Bu nedenle de aslında oldukça lüks bir dekorasyona sahipti. Odaların zemini tamamen kırmızı tuğladan döşemeydi ve bu tuğlalar her hafta düzenli bir biçimde ovalanarak siliniyordu. Piskopos’un izin verdiği tek lüks buydu. “Bu lüksün fakirlere hiçbir zararı dokunmuyor.” diyordu.
Bununla birlikte, daha önceki hayatında sahip olduğu altı gümüş bıçak ve çatal ile bir çorba kepçesini hâlâ elinde tuttuğunu da itiraf etmek gerekirdi ki kaba keten kumaşların içinde sarılı duran bu takımı parlatmak da Madam Magloire’ın her gün zevkle yaptığı işlerden biriydi. Yaşamı hakkında bu kadar detaydan bahsettikten sonra, Digne şehri Piskoposu’nun “Gümüş takımla yemek yemekten çok zor vazgeçebilirim.” dediğini de bildirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Bu çatal bıçak takımına, büyük teyzesinden miras kalan iki büyük masif, gümüş şamdanı da eklemeliyiz. Bu şamdanların üzerine her zaman birer mum dikiliyor ve şamdanlar genellikle Piskopos’un şöminesinin üzerinde yerini alıyordu. Madam Magloire, akşam yemeğine gelecek misafir olduğunda iki mumu yakarak şamdanları yemek masasının üzerine koyuyordu.
Piskopos’un odasında, yatağının başucunda, Madam Magloire’ın her gece bu altı gümüş çatal bıçağı ve kepçeyi kilitlediği küçük bir dolap vardı ancak anahtarı kilidin üzerinden asla çıkarılmazdı.
Bahsettiğimiz tuhaf yapılar tarafından oldukça bozulmuş olan bahçe, dört yolla ayrı ayrı kısımlara bölünmüştü. Beşinci bir yol da beyaza boyanmış dört duvar boyunca uzanıyordu. Yollar arasında kalan bu dörde ayrılmış toprak parçalarında Piskopos’un çiçek fideleri bulunuyordu. Üçünde Madam Magloire sebze fidelerini yetiştiriyordu, dördüncüye ise Piskopos sadece çiçek fideleri dikmişti. Bahçenin orasında burasında birkaç meyve ağacı da vardı. Madam Magloire, kimi zaman Piskopos’a takılarak şöyle derdi:
“Monsenyör, her şeyden fayda elde etmeye çalışan sizin gibi biri, nasıl oluyor da oraya işe yaramaz çiçekler ekebiliyor; sebze yetiştirmeniz daha iyi olmaz mıydı?”
“Madam Magloire…” diye karşılık veriyordu neşeyle Piskopos. “Yanılıyorsunuz. Güzellik de fayda kadar faydalıdır.” Kısa bir duraksamanın ardından da hemen ekliyordu: “Belki ondan bile daha faydalıdır.”
Bu küçücük toprak parçası bile, Piskopos’u neredeyse kitapları kadar meşgul ediyordu. Orada bir ya da iki saat geçirmeyi, çiçekleri budamayı, toprağı
2
Bir frangın yüzde birine karşılık gelen para birimi. (y.n.)