Ejderhanın Saati / Kahraman Conan. Robert E. Howard
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ejderhanın Saati / Kahraman Conan - Robert E. Howard страница 8
“Biliyorum.” dedi, nereden bildiğini açıklama bile gereği duymadan. “Şu an ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Okçuları onu öldürmeleri için görevlendireceğim.” diye yanıtladı Nemedyalı. “Yaşadığı sürece bizim için tehlikeli olacak.”
“Bir köpek bile bazen işe yarayabilir.” diyerek yanıtladı Xaltotun. “Bırak, yaşasın.”
Conan alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Gelin de öldürün!” diyerek meydan okuyordu. “Lanet ayaklarım tutuyor olsaydı bir ormancının ağacı yerinden sökmesi gibi söküp atmasını bilirdim! Sakın beni sağ bırakmak gibi bir hataya düşmeyin!”
“Korkarım ki doğru söylüyor.” dedi Taraküs. “Adam bir barbar ve yaralı bir kaplan kadar acımasız şu anda. Bırak da okçulara emri vereyim.”
“Beni izle ve bilgelik öğren.” dedi Xaltotun.
Elini kıyafetinin arasına soktu, pırıl pırıl parlayan bir küre çıkardı. Birden Conan’a attı. Kimmeryalı küçümser bir tavırla küreyi diğer tarafa doğru attı, dokunmasıyla beraber bir patlama oldu, her tarafı bembeyaz, parlak bir ışık kapladı. Conan, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu.
“Öldü mü?” Taraküs, sorgulamaktan çok durumu tasdikler gibiydi.
“Hayır, yaşıyor ama hiçbir şey hissedemez. Birkaç saat içinde kendine gelecek. Adamlarına söyle, kollarını ve bacaklarını bağlayıp benim aracıma yüklesinler.”
Taraküs bir hareketiyle emri verdi, askerler homurdana homurdana hareketsiz kralı at arabasına taşıdılar. Xaltotun, Conan’ın vücudunun üzerine gözükmesin diye bir örtü örttü ve dizginlerini eline aldı.
“Belverus için buradayım.” dedi. “Amalric’e söyle, eğer ihtiyacı olursa onunlayım. Conan olmadan ve ordusu bu hâle gelmişken fetih için fazlasını yapmaya gerek yok. Prospero meydana en fazla on bin asker getirebilir ve cephede olanları duyduktan sonra şüphesiz Tarantia’ya geri dönecektir. Amalric’e, Valerius’a veya herhangi birine Conan’ı esir aldığımı sakın söyleme. Bırak, kayalıkların altında öldüğünü düşünsünler.”
Bir süre askerlere doğru baktı. Nöbetçi asker uzun bakışlardan rahatsız olup huzursuzca hareket ediyordu.
“Senin o belindeki şey ne?” diye sordu Xaltotun.
“Neden ki, kemer efendim, beğendiniz mi?” diye kekeledi asker şaşkın şaşkın.
“Yalan söylüyorsun!” Xaltotun’un kahkahası bile acımasızdı. “O zehirli bir yılan! Ne kadar aptalsın, insan hiç beline bir sürüngen dolar mı?”
Adam, gözleri korkudan kocaman açılmış bir vaziyette kemerine doğru baktı. Kemerinin tokasının ona doğru şahlandığını dehşet içinde izledi. Bu bir yılan kafasıydı! Korkunç gözleri, zehir akan dişleri, ürpertici tıslamasıyla resmen bir yılandı ve vücudunu saran iğrenç sıcaklığını hissetti. Büyük bir çığlık attı ve çıplak eliyle yılanın kafasına vurdu, zehrin eline geçişini hissetti. Kaskatı kesildi ve birdenbire yere yığıldı. Taraküs hiçbir tepki vermeden sadece izledi. Tek gördüğü deri bir kemer ve nöbetçi askerin avucuna saplanmış kemer tokasıydı. Xaltotun, sihirli bakışlarını Taraküs’ün yaverine çevirecek oldu, adamın benzi attı ve tir tir titremeye başladı. Ancak kral araya girdi: “Hayır hayır, ona güvenebiliriz.”
Büyücü, dizginleri gerdirdi ve atları hareketlendirmeye başladı. “Bak, dediğim gibi, bu olay aramızda bir sır olarak kalacak. Eğer bana ihtiyacınız olursa, Orastes’in kölesi Altaro’ya, ona öğrettiğim şekilde beni çağırmasını söyle. Belverus’taki sarayınıza gelirim.”
Taraküs elini kaldırıp selamladı ancak büyücünün ardından bakarken çok da memnun olmadığı suratından okunuyordu.
“Neden Kimmeryalıyı yanında götürüyor?” diye sordu, korkmuş yaver.
“Ben de bunu merak ediyorum ya zaten.” diye homurdandı Taraküs. At arabası seslerinin gittikçe uzaklaşmasıyla geriye sadece savaşın bıraktığı boşluk kaldı. Güneşin batışı tepelerde kızıl gölgeler oluşturuyordu ve at arabası doğuya, karanlık mavi gölgelere doğru ilerliyordu.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“HANGİ CEHENNEMDEN ÇIKTIN SEN?”
Conan, Xaltotun’un arabasında yaptığı uzun yolculuktan habersizdi. At arabasının bronz tekerleri dağlardaki kayalıklardan, vadilerdeki çimenlerden geçip Belverus’un sınırlarındaki yemyeşil çayırlıklara ulaşırken Conan, ölü bir adam gibi yatıyordu.
Şafak vaktinin hemen öncesinde biraz kendine gelmeye başladı. Birtakım mırıldanma sesleri, homurtular duymaya başladı. Üzerini örten örtüden sızan ışıktan siyah kemerli, kapı benzeri bir şey ve birkaç sakallı silahşor görüyordu. Meşalelerin ışığı silahşorların mızraklarına ve miğferlerine vuruyordu.
Nemedyalı bir aksanla, meraklı bir ses; “Savaş nasıldı efendim?” diye sordu.
“İyiydi işte.” diye kısa bir yanıt geldi. “Akilonya Kralı öldü ve ordusu dağıldı.”
Heyecanlı heyecanlı mırıldanmalar duyulmaya başladı, mırıldanma sesleri Xaltotun’un kapıya bağladığı at arabasının tekerlerinin çıkardığı seslere karıştı. Ancak Conan seslerin arasından nöbetçi askerlerden birinin söylediklerini duydu: “Sınırın ötesinden Belverus’a kadar; güneşin batmasından şafak vaktine kadar olan kısacık sürede! Neredeyse hiç zorlanmadılar bile! Tanrı Mitra aşkına, onlar…” Daha sonra sesler duyulmamaya başladı, sadece atların nallarının ve karanlık yollar boyunca ilerleyen tekerlerin sesi geliyordu.
Conan’a duydukları bir şeyler ifade etse de tam olarak hatırlayamıyordu. Sadece duyup görebilen ama anlamayan akılsız bir canlı gibiydi. Görüntüler ve sesler ona tamamen yabancı gibiydi. Üzerine tekrar derin bir sersemlik çöktü. At arabası yüksek duvarlı, derin bir avludan geçti; Conan, birkaç kişinin kendisini kaldırıp bir taşın üzerine yatırdığını ve derin bir koridordan geçtiğini fark eder gibi oldu. Fısıldamalar, sinsi adımlar, kendisiyle ilgili anlamlandıramadığı konuşmalar duyuyordu.
Sonunda ayıldı ve birden kendine geldi, her şey cam gibi berraktı artık. Dağlarda yaptıkları savaşı ve ardından olanları tam anlamıyla hatırladı, nerede olduğunu da çok iyi biliyordu.
Kadife bir koltuğa yatırıldı, üzeri dünden beri hâlâ örtülüydü. Ancak her tarafında zincirler olduğu için hareket edemiyordu. İçinde yattığı oda aşırı görkemli bir şekilde döşenmişti; duvarlarda siyah kadife kilimler, yerlerde mor renkli gösterişli halılar vardı. Herhangi bir kapı ya da pencere yoktu. Süslü tavandan sarkan altın avizenin ışığı bütün odayı aydınlatmaya yetiyordu.
Işığın altındaki gümüş tahtta oturan silüet çok gerçek dışı ve fantastik gözüküyordu. Üzerindeki transparan ipek örtü onu daha da büyük gösteriyordu. Her şeyiyle olağan dışı bir varlık olduğu