Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eğer Beni Ararsan - Alba Arikha страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eğer Beni Ararsan - Alba  Arikha

Скачать книгу

Caz kulübündeki o akşamı, Seine kıyısındaki bisiklet gezintilerimizi, savaştan önceki Paris’i düşünüyorum sonra.

      Ama o günleri düşünmemeliyim.

      Tiyatro çok kalabalık: Balık istifi gibi oturuyoruz ve içeride yıkanmamış bedenlerden yayılan nahoş bir koku var. Fakat oyun acıklı olmakla birlikte öylesine sürükleyici ki bir noktada kokuları unutuyorum, ne var ki boş midemin guruldamasına engel olamıyorum. Paris’te tiyatrolar ve müzikholler istediği kadar tıklım tıklım olsun, bakkal rafları tamtakır kuru bakır ve açlık çekiyoruz. Allahtan sevgilim Charles-Henri imdada yetişiyor. Ailesinin bir kır evi var, oraya avlanmaya gidiyor. Talih yüzüne gülerse Paris’e et ve patates dolu kocaman çuvallarla dönüyor. Getirdiğinin ne eti olduğunu asla bilmiyorum ama yine de yiyorum. Yemek seçme lüksünden çoktan vazgeçtik. İnsanlar evlerinde besledikleri gine domuzlarını ve parklardaki güvercinleri yiyor. Hükümet kedilerin yahni yapılmasının tehlikeli olduğu konusunda halkı uyarmak zorunda kaldı. Charles-Henri getirdiği etin gayet yenebilir olduğu konusunda yeminler ediyor. Kendi evinde akşam yemekleri pişirip arkadaşlarını davet ediyor. Benimkileri değil, zira benim pek arkadaşım yok. Onunkilerse gürültücü ve gösterişçi. Onlardan pek hoşlanmıyorum ama müşkülpesent olmak da istemiyorum, çünkü hiç değilse bir sevgilim var. Charles-Henri çok yakışıklı ve kötü şiirler yazıyor. Ayrıca kıskanç biri, özellikle de Güzel Sanatlar Akademisi’nde veya Montparnasse kafelerinde tanıştığım ressamları kıskanıyor. Picasso beni baştan çıkarmaya çalışıyor. Ama onu çekici bulmuyorum. Resmimi yapacağını söylese de bu asla gerçekleşmiyor. Koyu bir İspanyol aksanı var. Bir gün La Rotonde kafesinde bana içki ısmarlıyor. Yeni sevgilisi Françoise Gilot da yanında. Ama bu benimle flört etmekten alıkoymuyor onu.

      Saint-Jacques Sokağı’nda oturuyorum. Hayatımı yeniden kurmaya çalışıyorum.

      Güzel Sanatlar’dan veya Charles-Henri’den uzakta yalnız başıma kaldığımda kedere ve ümitsizliğe yenik düşüyorum. Bir zamanlar içinde var olduğum aşina mekân anlamını yitirmiş. Her şey anlamını yitirmiş. Bazen geceleri nefesimin daraldığını hissediyorum, boğazıma kaçan kıymıklar yüzünden boğulurmuşum gibi oluyor. Kan ter içinde uyanarak doğruluyorum. Soluğumun düzene girmesi zaman alıyor. Gözlerimi kapıyorum ve sabahın ilk seslerini işitiyorum. Bir çocuğun ağlayışı. Bir otomobilin uzaktan gelen kükreyişi. Sokakta aceleci adımlarla yürüyen biri. Balkonumda cıvıldayan bir kuş. Sıradan bir günün hayhuyuna ancak sonradan katılacak münferit sesler.

      Penceremi açıp dışarı baktığımda gökyüzü dumansız bir mavi, hava cam gibi ince. Öne eğiliyorum ve meltem su gibi yalıyor tenimi. Halen beyaz tenliyim, annemin bir zamanlar olduğu gibi çilli değilim.

      Annem. Artık toprak, artık gitmiş. Ya babam? Artık onu anlayabiliyorum. Hayali bir dünyada kendini kaybetti, çünkü gerçek kabullenilemeyecek kadar acıydı. Sonunda gerçeği kabullendiğindeyse çok geçti: Delilik dizginleri ele almıştı. Annemin tutuklanmasından sorumlu tutuyor muydu kendini? Evde kalsaydık, hiç dışarı çıkmasaydık o akıbetten kurtulur muydu?

      Bu soruların cevaplarını asla bilemeyeceğim. Her gün soruyorum kendime ama asla bilemeyeceğim.

      Bir şey fark etmezdi diyen çok kişi var. Şans dışında hiçbir şey sonucu değiştirmezdi. Oysa şans benim yanımdaydı, onların değil. Onları sevdim ve yitirdim. Neden? Doğru düzgün inanmadığım bir din yüzünden. Yahudilik başımın belası. Gel gör ki tenimde silinmez bir damga. Ne yaparsam yapayım ondan kurtulamıyorum. Ne kadar sert ovalarsam ovalayayım daima üstümde kalacak bir leke.

      Hayatımda iyi adamlar ve kadınlar da var. Bonnet’ler ve Thibault’lar. “İyi insanları asla unutma,” dediğini duyar gibi oluyorum annemin. Onları asla unutma, hiçbir zaman ölülerin yerini tutamayacak olsalar da.

      İngilizceyi akıcı konuşmaya başladım sayılır. Fransa’yı ve anılarımı geride bırakabilirim. Onları Seine’e fırlatıp boğulmalarını izleyebilirim. Oysa anılar asla boğulmaz. Daima yeniden yüzeye çıkarlar.

      5

      1945 sonbaharında babamın dükkânı başka birine satılıyor. Dış cepheyi beyaza boyayan ve dükkânın adını değiştiren bir adama. Satıştan elime geçen parayı Bonnet’lerle Thibault’lar arasında bölüştürüyorum. Bu ailelerin ikisi de hayatımı kurtardı. Kendime sadece ufak bir miktar ayırıyorum. Bu parayla Filistin’e gitmek için bir bilet alacağım. Hayal ettiğim üzere Londra’ya değil. Londra çok yakın. Daha uzağa, anılarımdan, annemle babamın hayaletlerinden uzağa gitmeye ihtiyacım var. Sonsuza kadar değil, sadece bir süreliğine. Roger ve karısı Catherine Filistin’de Fransızca öğretmenlerine ihtiyaç duyulduğunu bildiriyorlar bana. Catherine’in erkek kardeşi Samuel birkaç sene önce yerleşti oraya. Mimar olmuş ve mutluymuş. Ben de mutlu olabilirim. Süt ve bal diyarında hayatımı değiştirebilir, her şeye yeni baştan başlayabilirim. Catherine gemiye binmemi sağlayacak bir adam tanıyor. “Ama çok rahat bir yolculuk olacak zannetme sakın,” diye ekliyor. “Yeni mülteci kabul etmiyorlar artık.”

      “Ne demek istiyorsun? Kim kabul etmiyor mültecileri? Yahudiler mi?”

      Başını iki yana sallıyor. “Hayır. İngilizler. Kota koymuşlar. Olanlar düşünüldüğünde akıl alır gibi değil aslında bu yaptıkları,” diye homurdanıyor ağzının içinde.

      “Filistin’e göç etmek yasadışı mı yani?

      Tereddüt etti. “Yasadışı demeyelim de, usulsüz diyelim ona. İngiliz devriyeler tarafından durdurulabilirsin de durdurulmayabilirsin de. Ama buna değer. Alacağın riske değer.” Durup bana bakıyor. “Gemi Eylül’ün 17’sinde İtalya’dan kalkıyor. Yerinde olsam giderdim. Burada seni bekleyen hiçbir şey yok. Gençsin de. Koca bir hayat var önünde.”

      Doğru ama onu bir kez daha tehlikeye atmayı ister miydim? Daha önce Filistin üzerine pek düşünmemiştim, çünkü Siyonist değildim. Ülkemi seviyordum ve onu terk etmek için asla bir neden görmemiştim. Aklımı çelen düşünce akımları edebiyatla ilgiliydi, Vaat Edilmiş Topraklar’la değil: Dada ve Sürrealizm, Sembolizm ve Varoluşçuluk. Bunlar çekiyordu ilgimi ve bundan vazgeçmeye de niyetim yoktu. “Neden vazgeçmek zorunda kalasın ki,” diyor Catherine. “Bildiklerini yanına al. Her zaman yazmak istediğin romanı yaz!”

      “Bunu becerebilir miyim bilmiyorum,” diyorum ona. “Hâlâ yazmak isteyip istemediğimden de emin değilim ayrıca.”

      “Oraya gidince fikrini değiştirirsin belki, ne belli,” diyor. “Hem o dejenere sanat okullarından uzakta olacaksın hiç değilse.”

      Catherine ressamlara modellik etmemi hiç ama hiç tasvip etmiyor. Yabancılar için nasıl çırılçıplak soyunabildiğimi anlamıyor. Genel olarak sanatı da anlamıyor ya. Onun ne düşündüğünü umursamıyorum, çünkü ben neyin hoşuma gidip gitmediğini biliyorum. Öte yandan Filistin’de modellik yapma düşüncesi de doğrusu pek yatmıyor aklıma: Yabancı bir ülkeye gitmekle kendimi yeterince teşhir ediyor olacağım zaten, daha fazlasına hiç gerek yok.

      Beni orada ne bekliyor acaba? Filistin hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum, tabii Akdeniz’in bizi ayırdığı gerçeği sayılmazsa. Ülkenin âdetleri konusunda beni aydınlatabilecek birilerini de tanımıyorum. Orada insanlar neler okur? Yabancı dilde kitap bulmak mümkün müdür? Ne yerler? İyi kahveleri var mıdır? Kaç dil konuşurlar?

Скачать книгу