Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eğer Beni Ararsan - Alba Arikha страница 7
Fink’in Yeri’ne daha önce birkaç kez gittik. Dediklerine göre burası müdavimleri olan köklü bir müessese. Entelektüellerin, sanatçıların ve siyasetçilerin buluşma noktası. Yahudi kızlarla flört eden birçok İngiliz askeri de var. Barmen Yuri Ezra’nın bir arkadaşı. Kendisi Rus ve çok yakışıklı. Mekânın duvarlarını ünlü ressamların resimleri süslüyor ve akşamları bar öylesine kalabalık ki insanın gözü korkuyor. Yığınla müşteri bağıra çağıra konuşarak içkinin dibine vuruyor. Parisliler de belki aynı eylemlerden keyif alır ama onlar çok daha sessiz ve usturupludur. Burada, Filistin’de herkes bağıra çağıra konuşuyor, sessizlik kendini beğenmişlikle eşanlamlı. Kimse uyumuyor sanki, Ezra da bu anlamda istisna değil. Beni her yere yanında sürüklüyor ve kız arkadaşı olarak tanıtıyor. Onunla ilişkim daha önce Jean veya Charles-Henri’yle deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyor ve bu hoşuma gidiyor. Ezra’nın kız arkadaşı olmaktan gurur duyuyorum. Birkaç kez beni Ortadoğu’nun en iyi oteli olduğu söylenen King David Oteli’nde içki içmeye götürüyor. Oranın müdavimi olmaya her ne kadar paramız yetmese de insanların oraya neden bayıldıklarını ben de gayet iyi anlıyorum, zira oradayken asla eve dönmek istemiyorum. Garsonların hepsi Sudanlı ve içeride o kadar fazla sayıda dil konuşuluyor ki insanın hangi ülkede olduğunu unutması işten değil. Erkekler takım elbiseli, çiçek kokuları saçan kadınlarsa yüksek topuklu ayakkabılarla yazlık elbiseler giyiyor, belki ecnebi, kim bilir belki de buralı adamlarla flört ediyorlar. Ezra otelin güney kanadının Manda Yönetimi Genel Sekreterlik binası olarak kullanılmak üzere İngilizler tarafından kiralandığını ve İngilizlerin bütün işlerini gördüğü, konuklarını ağırladığı ve çay saatlerini geçirdiği yerin burası olduğunu anlatıyor. “Çay saati” mefhumu bana Ezra’ya olduğu kadar yabancı değil. Sorbonne’dayken içine düştüğüm İngiliz klasiklerini okumadı o ne de olsa. Açıkçası İngiltere, kültürünü daha yakından tanımak istediği bir ülke değil, zira buradaki varlıklarına sinir olduğu İngilizlerden pek hazzetmiyor, tabii işinden olmak istemediğinden bunu herkesin içinde dile getirmiyor. Ama İngilizler bir tarafa, Ezra şehirdeki yazarlardan tutun siyasetçilere, Bedevilere ve Eski Şehir’deki Arap meyve satıcılarına varıncaya dek herkesi tanıyor sanki. Şam Kapısı’nda tezgâh açan mavi gözlü Arap da bunlardan biri. Ezra bir keresinde adamın küçük oğlunu yoldan geçen bir eşek arabasının altında ezilmekten kurtardığı için Ezra’ya bedavadan portakal ve hurma veriyor. Olay kaşla göz arasında oldu. Zaten burada her şey kaşla göz arasında oluyor. Kudüs hayal edip edebileceğim her şeyin ötesinde bir deneyim. Devimsel bir enerjisi var. Günün birinde olur da kendiliğinden tutuşuverir mi diye merak ederim oldum olası. Belki de kadim toprağından yayılıyordur bu enerji. Buradaki her şeye kendimi kaptırmış durumdayım ve 1943 yılından beri ilk kez mutluyum. Mutluluğun çatlak, yaralı toprağın içinden yükselen bir su seli gibi içimde kabardığını hissedebiliyorum.
Ezra’nın Lotta diye bir arkadaşı var, kadın Berlinli bir müzikolog. Evinin kapısı daima açık ve her cuma gecesi insanlar aç bir arı sürüsü gibi içeri üşüşür, girip çıkan belli olmaz. Lotta otuzlu yaşlarının başında, uzun siyah saçlı, esmer tenli, kültürlü, çekici bir kadın. Klarnetçi kocası yakın zamanda onu başka bir kadın uğruna terk etmiş, şimdi de kadın Lotta’nın eski kocasından çocuk bekliyormuş. Lotta bir süre akrabalara ve arkadaşlarına kapılarını kapamış ama artık yeniden açtı onları. “Belki bebeğim yok ama o piç kurusundan bir ev kaptım,” diyor.
İnsan Lotta’nın salonuna adımını attığında piyano çalan ya da şiir okuyan birileriyle karşılaşır illa. Almanca, İbranice ve İngilizce sohbetler döner – bazen de Rusça veya Fransızca. Sık sık onun evinde yatıya kalırlar, çünkü Kudüs’te ucuz otel bulunmaz ve pek az kişinin evinde telefon olduğundan ona önceden haber verme imkânı da yoktur. Biri Lotta’dan söz ederken, “Evi adeta bir kültür kulübü,” demişti bir keresinde. “Ama herkes üye olamaz.”
Ezra olmasa bu seçkin kulübe üye olabilir miydim diye merak ederim hep. Lotta’yla arkadaş olmak isterdim. Etkileyici buluyorum onu. Yazıyor, şarkı söylüyor, birkaç dil birden konuşuyor, bende olmayan her şey var onda. Öte yandan soğuk bir tarafı da var ya da belki bana öyle geliyordur. Onunla birkaç kez konuşmaya çalışıyorum ama her seferinde aklı başka yerdeymiş, sanki başka birisiyle konuşmayı yeğlermiş gibi duruyor. Ezra bir keresinde onun kendisine “bir nevi âşık” olduğundan söz etmişti. “Bir nevi” derken neyi kastettiğini merak ediyorum ama bunu ona sormayacak kadar akıllıyım. Ayrıca biliyorum ki elimden gelse Lotta’nın benden daha çok hoşlanmasını sağlardım. Ona daha sert yanımı gösterirdim.
Fakat onunla ilgili bir şey her seferinde basiretimin bağlanmasına neden oluyor.
Ezra’nın Fransızcası iyi, o yüzden birlikteyken Fransızca konuşuyoruz. “Yitik İmparatorluk aksanı” adını verdiğini belli belirsiz bir aksanı var. “Senin Paris’inin aksine,” diyor, “benim geldiğim yer artık yok.”
“Paris varlığını sürdürüyor olabilir ama artık benim değil, ayrıca yara bere içinde.”
“İyileşir merak etme,” diyor Ezra. “Fransa daima iyileşir.”
“Evet, doğru,” diye hak veriyorum ona. “Kibir Fransız milli ruhunun öylesine içine işlemiş ki, dünya yerinden oynasa o sarsılmaz.”
“Annenle baban kibirli miydi?” diye soruyor, bir anda gafil avlanıyorum bu soru karşısında. Bilakis, kibirle uzaktan yakından alakaları yoktu. Kendi hallerinde, çalışkan, alçakgönüllü insanlardı. “Kibrin ne olduğunu bile bilmezlerdi. Fakat annem süsüne düşkün bir kadındı,” diyorum.
“O da senin gibi güzel miydi?” diye devam ediyor Ezra sormaya. “Öyle olmalı.”
“Güzeldi bence,” diye yanıtlıyorum. Annemi ve zarafetini, giyim kuşama nasıl düşkün olduğunu, o narinliğinden beklenmeyecek çıngıraklı kahkahalarını anlatıyorum. Derken onun kahkahalarını hatırlamanın içimde ağlama isteği uyandırdığını fark ediyorum, o yüzden de Ezra’ya onun Prag’da geçen çocukluğunu, annesiyle babasının nasıl insanlar olduğunu dinlemeyi yeğlediğimi söylüyorum. Babasından dem vurduğumdan yüzü biraz geriliyor. “Babamı asla gerçek anlamda tanımadığımı hissetmişimdir oldum olası,” diyor.
Ezra Prag’da, Vaclav Meydanı’na bakan eski bir sarayın içindeki bir dairede varlıklı bir ailenin oğlu olarak büyümüş. Apartman dairesinin o kadar çok odası varmış ki odalar arasında bisikletle gezebilirmiş. Evlerinde iki hizmetçi, bir de Ezra’nın taparcasına sevdiği Fransız dadısı Simone varmış. Anne babasıyla Almanca, Simone’la Fransızca konuşurmuş, küçük Ezra’nın bütün sorumluluğu Simone’daymış, zira Prag’ın ünlü güzellerinden ve sosyetenin vazgeçilmez simalarından biri olan annesi Ezra’ya zaman ayıramayacak denli meşgulmüş. Ama dediğine göre annesinin yokluğuna hiç içerlemezmiş, çünkü o annesini, annesi de onu çok severmiş ve oğlunun yanındayken “bütünüyle yanında” olurmuş. Çok zeki bir kadınmış. “Hayata karşı doymak bilmez bir iştahı olan kültürlü bir kadın,” diye anlatıyor annesini, adeta kendisinin dişi versiyonundan söz edercesine. “Evimiz daima insanla dolup taşardı, özellikle de ilkbahar ve yaz mevsimlerinde. Annemle babam sürekli davetler verirdi. Jaroslav Kvapil diye bir oyun yazarı vardı, annemin onunla