Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eğer Beni Ararsan - Alba Arikha страница 9
“Başka ne yapıyorsunuz orada? Başka bir şeyler çevirdiğinize eminim.”
“Başka bir şey yapmıyoruz,” diyor kesin bir şekilde.
“İyi bir yalancı değilsin,” diye yüzüne vuruyorum. “Yüzünden belli oluyor yalan söylediğin.”
Ezra başını kaldırıyor ve sorgularcasına yüzüme bakıyor. “Oluyor mu sahiden?” Gülümsüyor. “Evet, haklısın. Bir şey daha yapıyoruz. Ama hoşuna gideceğinden emin değilim.”
“Hele söyle bakalım.”
Duraksıyor. “Emin misin?”
Başımı sallıyorum. “Evet.”
“Pekâlâ o zaman,” diyor yavaşça. “Bildiğin gibi Filistinli Yahudilerin başvurularını biz işleme alıyoruz. Her şey kitabına göre. Fakat şöyle bir durum var ki, savaşta kaybolan insanların dosyaları da elimizde. Biz de bu dosyalarla Holokost’tan sağ kurtulanların ülkeye kaçak girmesine yardımcı oluyoruz.”
“Nasıl?”
Temkinli bir şekilde konuşuyor. “Bir kalpazan tanıyorum. Resmi pulları taklit edebiliyor.”
“Sahiden mi?”
Onu kınasam mı hiçbir şey söylemesem mi bilemiyorum. Ne de olsa ikimiz de Filistin’e yasadışı yollardan girmiş durumdayız. O yüzden onu yargılayacak son kişi benim.
“Peki kim bu kalpazan?”
“Yafa’da bir Arap. Bundan hiç kimseye bahsetmeyeceksin, duydun mu?”
“Tabii ki.” Duralıyorum. “Yani ülkeye yasadışı yollardan Yahudi sokuyorsun?”
Sesini yükseltiyor. “Sokuyorum evet, ne olmuş? Gidip birilerine söyleyecek misin? Bu yüzden hapse girebilirim, farkındasın değil mi? Bunun farkında mısın? İngilizlerin uyguladığı bir kota var. Ben bu kotaya uymayı reddediyorum. Anlıyor musun? Ben toplama kamplarından geldim buraya ve onların kotasına uymayı külliyen reddediyorum.”
“Evet, tabii ki anlıyorum. Ama o kotayı yürürlüğe koyanlar İngilizler değil, yalan mı? Milletler Cemiyeti’nin kararı o, İngilizlerin değil. Onlar sadece emirleri uyguluyorlar–”
“Emirleri köpekler gibi uyguluyorlar. Duydun mu beni? Kuduz kahrolasıca köpekler gibi!” Sesi yükselmiş durumda ve gözleri daha önce hiç görmediğim bir şekilde parlıyor.
“Ezra–”
“Hayır, şimdi beni dinleyeceksin! Mültecilerle dolu kaç geminin İngilizler tarafından geri gönderildiğini biliyor musun sen?”
“Bilmiyorum. Lütfen bağırma. Bunun önemli olduğunu anlıyorum ama lütfen sakin ol. Bağırma.”
“Bağırmıyorum. Fransızlar, İtalyanlar ve Amerikalılar Yahudileri kabul etmeye razı. Ama İngilizler ne diyor? Olmaz efendim diyor… Hayat memat meselesi olduğunda bile yanaşmıyorlar. Al sana 1942’deki Struma olayı. Onu biliyor musun? Duymuşsundur – büyük bir skandal olmuştu.”
“Emin değilim.”
İşin doğrusu, buraya gelinceye dek ne Manda hükümetiyle ne de Filistin’le ilgili pek bir şey biliyordum. Ama bunu itiraf etmek de zoruma gidiyor.
Ezra yüzüme dik dik bakıyor. “Struma yedi yüz altmış dokuz mülteci taşıyan bir gemiydi – daha doğrusu hurda haşat bir tekne müsveddesiydi, mültecilerin çoğu Nazilerden kaçmak için birer servet ödemiş zengin Romenlerdi. 1942 yılında Filistin’e gitmek üzere Romanya’dan demir aldı. Bir motor arızası yüzünden kısa bir süre İstanbul’da durmak zorunda kaldı. Fakat Türk hükümeti yolcuların karaya çıkmasına izin vermedi, bu yüzden de haftalar boyunca akıbetlerinin ne olacağına dair bir karar çıkmasını beklediler. Yahudi Ajansı mültecileri kabul etmesi için Filistin’e yalvardı ama aldıkları yanıt kesin bir ‘hayır’ oldu. Ankara’daki İngiliz büyükelçisi bu insanları – bu insanları – Filistin’de istemediğini söyledi. Sonra ne oldu dersin?”
“Bilmiyorum.”
“Ne olduğunu söyleyeyim sana: Tekne Sovyet torpido ateşiyle vuruldu ve bir kişi dışında mültecilerin hepsi öldü. Hepsi öylece pisi pisine öldü.” Duraklıyor ve derin derin nefes alıyor. “Başka bir sefer yine Sovyet bandrollü bir denizaltı Holokost’tan sağ kurtulan dört yüz kişiyi suyun içinde makineli tüfekle taradı.”
“Bu korkunç,” diye fısıldıyorum. “İyi ama neden?”
“Alman sanmışlar onları.” Duraklıyor. “En azından Sovyetlerin bahanesi buydu. Onları Alman sandıklarını söyleyip işin içinden çıktılar.”
Ezra bir sigara yakıp dumanını açık pencereye doğru üflüyor. Sokakta şarkı söyleyen çocukları duyabiliyorum.
“Bunun gibi daha bir sürü hikâye var,” diyor. “Yani evet, bence her Yahudi bu ülkeye kabul edilmeli. Yeterince acı çektik bana sorarsan. Bu kotalar yürürlükten kaldırılmalı.”
Başımı sallıyorum. Konuşamıyorum. Struma gemisinin ve makineli tüfekle taranan Holokost kurbanlarının imgesi aklımdan silinmiyor. Ama bir şey daha var. Ezra beni gafil avlayan bir öfkeyi su yüzüne çıkarmış durumda – öfkeden de öte bir hıncı. Bunu nasıl oldu da daha önce fark etmedim? Neden yalan söyleyip siyasetle ilgilenmediğini iddia etti? Az önceki tepkisine bakılırsa ilgilenmenin de ötesinde. Kendini bir davaya adamış durumda. Ama bu dava ne? Barış mı? Yoksa daha karanlık bir şey mi?
“Başını belaya sokacak bir işe bulaştıysan bana söylersin değil mi?” diye soruyorum lafı hiç dolandırmadan.
“Hayır bulaşmadım,” diye yanıtlıyor kesin bir dille. “Bunu soracağını biliyordum. Ama hayır. Holokost’tan sağ kurtulan biriyim ben sadece. İngilizlerin gemilerimizi yolundan çevirip mültecilerimizi toplama kamplarına yerleştirmelerine artık dur demek lazım. Naziler gibi davranmayı kesmeliler. Yahudi milleti bir daha asla teslim olmayacak. Yeterince acı çektik zaten.”
Elimi onunkine uzatıyorum. “Haklısın Ezra. Hepimiz yeterince acı çektik, özellikle de sen. Ama ben İngilizlerin Naziler gibi davrandığını düşünmüyorum. Sadece işlerini yapıyor onlar. Eminim birçoğu kendilerini çok kötü hissediyordur bu yüzden. Onlar da insan ne de olsa.”
Ezra sigara içmeye devam ediyor ve hiçbir şey demiyor. Gözlerine bakınca irislerinin mavisinde minik kurşunları andıran kara noktalar görüyorum.
Ezra kendine yeni bir ev buldu. Alman mahallesinde, Emek Refaim Sokağı’nda, kireç badanalı duvarlarından salkım saçak begonviller sarkan eski bir taş ev. Geniş yataklı tek bir odası, bir banyosu, bir de mutfağı var. Mobilyaları pek zarif ve penceresinden St Andrew İskoç Kilisesi görünüyor. Güzel, huzurlu bir yer ve ilk kez onu kıskanıyorum. Keşke ben de onunki gibi bir evde otursaydım. Bunlar yetmezmiş gibi kirası da düşük, zira evin sahibi “harika çocuk”