Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Eğer Beni Ararsan - Alba Arikha страница 12
Başımı iki yana sallıyorum. “Hayır. Asla hiçbir şey söylemedi. Sanırım kendimi bu ülkeye yeterince adamış biri değilim onun gözünde.”
Sigarasından bir nefes daha çekiyor. “Ama ona adamıştın kendini. Nerede olabileceğine dair bir fikrin var mı?”
Yine başımı iki yana sallıyorum. “Hiçbir fikrim yok. Bana söylediği her şey belli ki yalanmış. Lotta’yla konuşmaya çalışmanız lazım. Ona yalan söylemezdi. Çok yakınlardı.”
“Evet, biliyorum. Şu anda sorguya çekiliyor zaten.”
Aniden ona doğru dönüyorum. “Biliyorum da ne demek? Aralarında bir şey mi vardı?”
Yüzüme bakıyor. “Hâlâ umurunda mı?”
“Hayır,” diye kestirip atıyorum. “Değil.”
“Aferin. Ezra bir haindi, Lotta da ona âşıktı. O yüzden bir şeyler biliyor olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden onu gözaltında tutuyorlar. Çünkü Ezra’nın kendisi yerine seni sevmesine kızıyordu.”
Ertesi gün bir grup İngiliz subayı Mordechai’ların kapısına dayanıyor. Odam aranıyor, kimlik kartım kontrol ediliyor. Sorgulanmak üzere arabayla karakola götürülüyorum. Ahşap bir çalışma masasının ardında üst sınıflara özgü billur bir aksanla konuşan uyanık yüzlü, uzun boylu bir İngiliz subayı oturuyor. Oda korkunç sıcak ve havada bayat tütün kokusu var. Sıcağa rağmen titriyorum. Subay bana Ezra’yla ilgili sorular soruyor: nasıl tanıştığımızı, işi hakkında ne bildiğimi, arkadaşlarını. Shlomo ile Lotta’dan ve Yafa’da sahte pasaport yapan Araptan bahsediyorum. Subay Arap kalpazanla ilgili daha fazla ayrıntı almak için beni sıkıştırıyor ama Ezra’nın benimle paylaştığı kadarı dışında ona söyleyebileceğim bir şey yok.
“Asla hiçbir şeyden şüphelenmedim,” diyorum. “Ezra’nın çifte hayat sürdüğünü bilmiyordum – aklımın ucundan dahi geçmedi.” Gerçekten de doğru bu ve subayın bana inandığını anlayabiliyorum.
“Bilseydim,” diye ekliyorum, “onu terk ederdim.”
“Evet ama onu ihbar eder miydin?” diye soruyor gözleri benimkilere kenetlenerek.
“Tabii ki ederdim,” diye yanıtlıyorum kesin bir dille. “O konuda hiçbir çekincem olmazdı.”
Ama içimden, acaba eder miydim diye düşünmeden edemiyorum. Bana bakışından subayın da aynı şeyi düşündüğünü anlayabiliyorum.
“Ezra Radok’u arıyoruz,” diyor sertçe, “ve onu bulacağız da. Doksan kişiyi öldürdü.” Duraklıyor. “Bu kadar insanı öldürmenin kimsenin yanına kalmasına göz yumamayız. Kimsenin.”
Bir kez daha sorguya çekiliyorum: başka bir subay, yeni birtakım sorular. Ezra’yla geçirdiğim son gece hakkında, sonra Lotta, sonra yine Ezra hakkında. Elimden geldiğince doğru bir şekilde yanıtlıyorum, herhalde beni ikna edici bulmuş olacaklar ki gitmeme izin veriyorlar. “Olur da sizinle yeniden konuşmamız gerekirse irtibata geçeriz,” diyorlar.
Birkaç gün bekliyorum. Başka tutuklanma haberleri geliyor kulağıma. Biri de Ada, gerçi onun neden tutuklandığını anlayabilmiş değilim. Tek bildiğim buradan gitmek zorunda olduğum. Zamanım geldi. Süt ve bal diyarı kömür karasına döndü. Ezra halen firarda. Yakalanırsa asılacak muhtemelen. Bunun düşüncesine bile katlanamıyorum. Sevdiğim, dokunduğum, öptüğüm ve güvendiğim adamın asılması söz konusu. Gizli faaliyetleri hakkında yalan söylemiş olsa da beni gerçekten sevdiğine inanıyorum. Hissedebiliyordum bunu. İnsan birini seviyormuş gibi yapamaz. Birinden nefret ediyormuş gibi de yapamaz. Ve artık ben ondan nefret ediyorum. Yaptığının yanına kalması mümkün değil. Yine de İngilizler onu bulmadan gitmek zorundayım, tabii bulurlarsa. Hiç bulamayabilirler de. Onu tanıdığım kadarıyla pekâlâ hiç bulamayabilirler.
O bir katil, yine de sevdim onu. Bana ihanet etmiş olan bir katil. Bütün kalbimle güvenmiş olduğum bir katil.
Buradan çıkarılacak bir ders varsa o da bir asla sevmemem gerektiği.
Hiç değilse uzun yıllar boyunca.
Daha sonra Mordechai’ın da bana yalan söylediğini öğrendim.
Ağabeyi filan yoktu. Sözünü ettiği o ağabey ta kendisiydi. Mordechai. İngilizlere çalışan ajan oydu. Beni kollamaya çalışıyordu, Yael öyle dedi bana. Ve masum olduğumu biliyordu. Çok şey biliyordu. Bu şeylerin ne olduğunun ayrıntısına hiç girmedi, ben de sormadım.
Bu ülkeden uzaklara yelken açarken yanımda götürdüğüm imge Ezra’nın değil, ölü kocasına sımsıkı sarılan Claire Betts’in imgesi; o dayanılmaz öğle güneşinin sıcağında kan lekeli soluk yeşil elbisesiyle dönüp bana bakışı.
Hannah
1
Caddenin karşısında yaşayan Bayan Dobbs hariç Oxford Gardens’daki bütün komşularımızla aramız iyiydi. Kır saçlı, yaşı kestirilemez, enikonu zarif bir hanım olan Bayan Dobbs yürüyüşündeki yavaşlığa ve yüzündeki çizgilere rağmen kimseye muhtaç olmadığını açıkça hissettiren mesafeli hali tavrıyla zamanında ilginç bir hayat yaşadığı izlenimi bırakıyordu insanda.
Yıllarca onunla samimiyet kurmaya çalıştık. Bir keresinde Bayan Dobbs’tan yönettiği oyunlardan biri hakkında bir iltifat koparmış olan babam kadının bir zamanlar kayda değer biri olduğundan ya da önemli bir şeyler yaptığından emindi. “O kadın bir sır küpü. Orada çözülmeyi bekleyen bir muamma var. Ya da olgun bir meyve gibi koparılmayı bekleyen.”
“İyi şanslar ve iyi koparmalar,” dedi annem.
Babamın kendisiyle yolu kesişen hemen herkesi etkisi altına alan bulaşıcı bir coşkusu vardı. Ama Bayan Dobbs’a işlemiyordu bu.
Bizim nazik jestlerimize, çay davetlerimize, babamın kendi alanında ünlü biri olduğu gerçeğine daima kayıtsız kalmayı başardı. Her zaman kibardı – nasılsınız, evet ne güzel bir gün sahiden – ama kibarlığı da asgari zorunluluğun bir milim ötesine geçmezdi.
Anlayabildiğimiz kadarıyla yalnız yaşıyordu, çocuğu ya da akrabası yoktu. Komşular kocasının 1981’de öldüğünü söyledi. Henry Dobbs diye ünlü bir konser piyanistiymiş ve mülayim bir adammış. Piyano çalışını sık sık duyarlarmış, adam hakikaten iyiymiş. Bunun doğru olduğunu biliyorum, zira babam merhum kocanın kim olduğunu öğrenir öğrenmez iki plağını satın almış ve kocasının Schubert yorumunun Bayan Dobbs’ı ayartıp bizim eve çekeceğini umarak plakları pikabın sesini sonuna kadar açarak çalmaya başlamıştı.
O Schubert plağını hâlâ daha hatırlarım. Ön yüzünde Henry Dobbs’ın bir fotoğrafı vardı: Kır saçları yüzünü yele gibi çevreleyen bir adam, piyanonun başında oturuyor. Fotoğrafın altındaysa babamın yüksek sesle okumaktan hoşlandığı bir alıntı: “Dobbs’ın üstün virtüözlüğü insanın içine işleyen müzikalitesini asla gölgede bırakmıyor. Glenn