Eğer Beni Ararsan. Alba Arikha

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eğer Beni Ararsan - Alba Arikha страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eğer Beni Ararsan - Alba  Arikha

Скачать книгу

gereği duysun ki yoksa?

      Ona işe geri dönmem gerektiğini söylüyorum. Okumam gereken sınav kâğıtları var. Geç oluyor. Sesim titrek çıkıyor – biraz daha kalırsam ağlamaya başlayacağım ve bu olmadan gitmek istiyorum, çünkü kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyorum. Ama Ezra bu fırsatı vermiyor bana. Yanıma gelip beni kollarına alıyor. “Ne oldu? Üzülme lütfen. Endişelenmeni gerektirecek en ufak bir şey yok, duydun mu beni? Seni seviyorum, bilmiyor musun bunu? Seni seviyorum Flora Baum.”

      Bu sözcükler daha önce de çıkmıştı ağzından, ama bu kez beni bağrına basışında her zamankinden öte bir aciliyet, handiyse bir çaresizlik var. “Gitmem lazım,” diyorum onu kendimden uzaklaştırarak. “Çok işim var.”

      Omuzlarımdan kavrıyor beni. “Onunla aramda hiçbir şey olmadı,” diyor sert bir şekilde. “Hiçbir şey. Lotta belki bir şey olmasını istiyor olabilir ama ben onu çekici bulmuyorum. Asla da bulmayacağım. Bana inanıyor musun?”

      “Evet,” diye yanıtlıyorum usulca. “Sana inanıyorum.”

      “Seni kaybetmek istemiyorum,” diye fısıldıyor gözlerini benimkilerden ayırmaksızın. “Birbirimizi kaybedemeyiz.”

      “Evet,” diye fısıldıyorum, “kaybedemeyiz.”

      “Akşam görüşürüz. Seni seviyorum,” diyor bir kez daha.

      1946’nın 21 Temmuz günü. Ezra’nın geceyi Hayfa’da geçirmesi gerekiyor. Amiri ertesi sabah orada erken saatte yapılacak bir toplantıda bulunmasını istiyor. Geceden orada kalırsa toplantıya yetişmesi daha kolay olacak. “İşim biter bitmez trenle geri dönerim,” diyor.

      İngilizler tarafından istihdam edildiğinden Ezra’nın istediği yere seyahat edebilmesini sağlayan özel bir izin kartı var. Yine de seyahat etmesi beni endişelendiriyor, çünkü son zamanlarda meydana gelen terör olaylarının haddi hesabı yok: bombalamalar, kaçırılmalar, güpegündüz vurulan insanlar. Geçen ay beş İngiliz subayı ve bir Kraliyet Hava Kuvvetleri askeri kaçırıldı. Sırada Ezra’nın olmadığı ne malum. “Dikkatli ol,” diyorum ona.

      “Tabii ki,” diye su serpiyor yüreğime. Ama huzursuz görünüyor. Beni vücuduna sıkı sıkı bastırıyor, öpmeye başlıyor, parmakları sutyenimin kopçasını aranıyor ve her ne kadar evine dönmesi gerekse de beni arzuladığını söylüyor. “Ama ‘malum’ dönemdeyim,” diyorum ona mahcup bir şekilde. Ayrıca âdet sancım da var ama tabii ki söylemiyorum, böyle şeyleri oldum olası kendime saklarım; bu konuları konuşmak beni utandırıyor, belli ki onu da. “Tamam,” diye geveliyor ben bluzumu iliklerken. Bir tarak alıp kıvırcık siyah saçlarımı gereğinden daha haşin bir şekilde taramaya koyuluyorum. Ezra bir sigara yakıp odayı ileri geri arşınlıyor. “Yarın ne yapacaksın?” diye soruyor sigarasının külünü çatlak bir kahve fincanına silkerek. “Sabah evde mi olacaksın?”

      Bana daha önce hiç böyle bir şey sormadığı için ister istemez şüpheleniyorum. “Neden soruyorsun?” diyorum fırçayı tutan elim havada kalarak.

      “Sadece merak ettim, o kadar. Kötü bir şey mi merak etmek?” diye soruyor birden savunmaya geçerek.

      “Hayır, değil, tabii ki değil,” diye geri adım atıyorum. “Ne yapacağımı bilmiyorum. Ada’yla yürüyüşe çıkabilirim. Yarın dersim yok.”

      “Tamam.”

      Bir kez daha beni aldatıp aldatmadığını merak ediyorum. Aldatıyorsa da acaba Lotta’yla mı? Gerçekten Hayfa’ya gidiyor mu? Yoksa paranoyaklaşıyor muyum?

      “Yarın görüşürüz,” diyor Ezra.

      Kapıda öpüşüyoruz. Sabun ve yaz güneşi kokuyor.

      Okulun başöğretmeni Yael benimle görüşmek istedi. Gelecek senenin ders programı hakkında konuşmak istiyor, dahası İngilizce öğretmeme dair bir beklentisi var. Öğlen on ikide okulun yakınında bir kafede buluşmamızı öneriyor. Sıcak ve bunaltıcı bir gün, âdet sancısından kurtuldum ama bu sefer de felaket başım ağrıyor. Yine de randevuyu iptal etmeye cesaret edemiyorum, çünkü hevesli görünmem gerek, bu işe ihtiyacım var. Param suyunu çekmeye başladı.

      Yael otuzlarının son demlerinde. Saçları erkenden ağarmış, bu da onu olduğundan çok daha yaşlı gösteriyor. İki çocuğu var, biri bizim okulda okuyan zeki bir kız, Fransızcayı şipşak öğreniverdi. Anlaşılan o ki Yael bunu benim öğretmenliğime bağlıyor, bense daha ziyade kızının çabuk öğrendiğini düşünmeye meyilliyim. Bunlardan hangisi doğru olursa olsun Yael sonuçtan memnun ve ben de onun bu memnuniyeti baki kalsın istiyorum.

      Buluşmamıza biraz geç kalıyor, ben de onu beklerken bir kahveyle tatlı söylüyorum. Bir şeyler yersem baş ağrım geçer diye umuyorum. Ama geçmek bir yana iyice kötüleşiyor.

      Yael geldiğinde başım artık zonklar vaziyette. “Bir şeyin yok ya? Betin benzin atmış,” diyor Yael.

      Derdimi söyleyip özür dilemeye girişiyorum. “Çok üzgünüm ama sanırım eve dönmem lazım.”

      “Tabii, ne demek.” Bana bakıyor. “Gitmeden bir limon suyu iç, daha fazla da kahve içme artık.”

      Dediğini yapıyorum. Limon suyunu ağır ağır yudumluyorum, sahiden de ağrımı biraz hafifletiyor ama yeterince değil. Bir kez daha özür diledikten sonra Yael beni kapıya kadar geçiriyor. O kadar yakınımda duruyor ki koltukaltlarından yayılan kokuyu alabiliyorum. “Kendine dikkat et, yarın konuşuruz, merak etme,” diyor şefkatle.

      Yavaş yavaş eve yürüyorum. Başım zonkluyor. Karşıdan karşıya geçip adımlarımı sıklaştırıyorum. Saatime bakıyorum. Yarım olmuş. Ezra acaba Hayfa’dan dönmüş müdür, döndüyse yanına mı gitsem, diye geçiriyorum içimden. Birden özlüyorum onu. O kadar aşırı tepki vermemeliydim. O kadar kıskançlık yapmamalıydım. Başka biri yok hayatında. Sadece ben varım. İyi ama o da kıskançlık yapıyor, hatta benden de beter o bakımdan. İlk tanıştığımızdan beri neredeyse her akşam görüştüğümüzü fark ediyorum birden. Dün gece görüşmediğimiz ilk geceydi. Üstelik de buruk bir şekilde ayrıldık, hep benim yüzümden.

      King George Sokağı’nda ışıklardan karşıya geçiyorum. King David Oteli bir kale gibi dikiliyor önümde. Daha bir hafta önce Ezra’yla orada geçirdiğimiz gece geliyor aklıma. Fransızcayı mükemmelen konuşan Mısırlı bir adam vardı. Çok zarif ve kibardı. André Gide ve Paul Éluard hakkında konuşup şampanya içtik. Kahire’den dış haberler muhabiri olarak gönderildiğini ve King David Oteli’ni ikinci evi gibi gördüğünü söyledi. “Dünyanın başka hiçbir yerinde özel dedektifleri, sosyetenin kaymak tabakasını, Siyonist ajanları, gazetecileri ve Arap şeyhlerini aynı çatı altında bulamazsınız,” dedi gülerek. Adam öylesine ilginç bir tipti ki Ezra’dan sohbete katılmasını rica ettim. Ama buna yanaşmadı, çünkü beni kıskanıyordu. Erken dönmek istediğini söyledi, bunun üzerine birlikte çıktık, oysa ben kalmayı yeğliyordum. Eve doğru yürürken adamın bize adını bile vermediğini fark ettim. Bir casus da olabilirdi pekâlâ. Kudüs casuslarla doludur, onu böylesine heyecanlı kılan da bu sanırım.

      Başımın ağrısı hafiflemeye başlıyor. Steimatzky Kitabevi’nin önünden geçiyorum. İçeri girip bir

Скачать книгу