Raffaello. Стефани Стори
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Raffaello - Стефани Стори страница 2
Kendimi kaybetmemek için ellerimi kulaklarıma bastırdım ve alevlere doğru ilerledim. Botticelli neredeydi? İşte orada. Ahşap panel, meşe gibi kalın ve sert görünüyordu. Bu iyiydi ama alevler resmi yalıyor, turuncu korlar düzensiz çukurlar açıyordu. Portreye uzandım. Ateş parmaklarımı gıdıkladı. Geri çekildim. Yanmış kol kılları, ölü bir sansar gibi kokuyordu.
Yüzü küle bulanmış bir kadın, “Kefaret sırası şurada oğlum,” dedi.
“Ben buraya…” Neyse ki “kefaret” kelimesini yuttum ve onun yerine “Verecek bir şeyim yok,” dedim. Tekrar Botticelli’ye döndüm. Büyüyen turuncu korlarla dolu bir çatlak, portreyi ikiye bölüyordu.
“Ama senin resimlerin…” Kadın çantamın askısını tuttu.
“Bunlar önemsiz,” dedim, sesimin işlenmiş ahşabın üzerine sürülmüş kremsi beyaz bir tonu andıran sakinlikte çıkmasına özen gösteriyordum. “Yalnızca kabataslak çizimler.”
“Günahkâr.” Yemin ederim ki o kadının ağzından, bir yılanınki gibi mor ve çatallı bir dil fırladı. (Peki, bunu belki de sadece hayal etmişimdir ama böyle hatırlıyorum, bu yüzden de böyle anlatıyorum.) O anda, ah, Floransa’ya geldiğime nasıl da pişman olmuştum.
Hayatımın büyük kısmı Urbino’da geçti. Oraya hiç gittiniz mi? Evet, uzak bir yer; Apennine Dağları’nın doğu ucunda, surlarla çevrili bir şehir, oraya ulaşmak birkaç gün sürüyor ama onca yolu katetmeye değer. Taraçalı tepeler, servi ağaçları, Roma kalıntıları… Kışın kar yağdıktan sonra gökyüzü, biraz yoğun bir mavi (azur değil ultramarin) ile eflatun rengine döner; binalarsa bakır, pas ve bira renginin tonlarında parıldar. Ziyaret ettiğiniz zaman Dükalık Sarayı’nı görmemezlik etmeyin. Çan kulesi ve tepenin üzerinde belirgin bir şekilde konumlanmış kubbesiyle saraydan çok kiliseye benziyor ama sarayımız zaten pek çok açıdan dinimize eşit olduğu için burada uygunsuz kaçan bir şey yok. Yarımadanın büyük saraylarını düşündüğünüzde aklınıza Milano, Venedik ve Ferrara geliyor, değil mi? Va bene,9 ama Urbino’yu da unutmayın. Sarayımız şiir ve modayla beraber hem kılıçlı hem de sözlü çarpışmaların en nadide örneğiydi ve hâlâ da öyledir. Burası aynı zamanda babamın görev yaptığı saraydı.
Giovanni Sanzio günlerini dük için güzel resimler yaparak, geceleriniyse bana kendi güzel resimlerimi yapmayı öğreterek geçirdi. Yürümeden önce bile, babamın resim yaparken ileri geri sallanan ayaklarının üzerine otururdum. Resmin ritmini o ayaklardan öğrendim.
Babamın ölümüne dair en net hatırladığım şey onun fırçasıydı. Bu bir aile yadigârı değildi. Dük onu özel bir törenle babama vermemişti. Fırçayı babam da yapmamıştı; hiçbir zaman fırça yapmazdı. Muhtemelen bir pazardan almıştı. Kurumuş çivit mavisi ve kurşun-kalay sarısı lekelerle bezeli uzun, ahşap bir sapı vardı. Kıllar, ekstra uzun at kılıydı ve malakit yeşiliyle kaplıydı. Hekim fırçayı elinden almaya çalıştı ama babam bırakmadı.
Bir rahibe beni itekleyerek odaya soktu. Haşhaş, kulak kiri ve kan kokuyordu; iyileştirilemeyecek şeyleri iyileştirmeye çalışan adamların kokuları… Pencereler kırmızı kadife perdelerle örtülüydü – aşıboyası gibi bir kırmızıdan bahsediyorum, ateş kırmızısı gibi turuncuya kaçan bir renk değil. Merak ettim, bir insan güneşin içeri girmesini engelleyip de bu kadar çok mumu neden yakardı? Oda sadece hekimler ve rahibelerle değil, mobilyalarla da doluydu. Annem eve çok fazla masa, sandalye ve sandık tıkıştırmıştı ve babam bunların tek bir parçasını bile çıkarmamıştı; annem öldükten sonra bile…
Üç yıl önce annem ve kız kardeşim hastalandığında “ölüm döşeği”nin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama on bir yaşıma geldiğimde artık anlayacak kadar büyümüştüm.
Boya fırçasını tuttuğu eliyle parmaklarımı da tutarken “Boşuna Kutsal Cuma günü doğmadın,” dedi babam. Tahta sap etime battı. “Kaderinde yükselmek olmasaydı, Tanrı sana böyle bir cazibe ve yetenek bahşetmezdi.”
Ayakkabılarıma baktım. Derisi yıpranmış, üzerine mavi boya sıçramıştı. Sol ayakkabımın burun kısmında bir delik vardı. Yeni bir çift giymediğime pişman oldum.
Babam fısıldadı. “Promettimi…”10
Annem de aynısını söylemişti. “Babanla ilgileneceğine söz ver.”
Babama da anneme verdiğim cevabın aynısını verdim. “Ne istersen yaparım.”
“Resimden asla vazgeçmeyeceğine söz ver.”
“Ama ben seninle gelmek istiyorum.” Sesimin, bir çocuğun sesi gibi çatallı çıkmasına üzüldüm.
“Kalmalısın Rafa, burada kalmalı ve dünyanın en büyük ressamı olmalısın. Tarihin en büyük ressamı.”
Yatağın karşı tarafından Evangelista da Pian di Meleto “Giovanni,” dedi; babamın en güvendiği yardımcısı, bir çan kulesi kadar uzun ve sağlam bir adamdı. “Çocuğun şu an buna ihtiyacı yok.”
“Daha azı, Tanrı’yı hayal kırıklığına uğratır oğlum. Beni de.”
Bir rahip, “Baban sayıklıyor,” diye fısıldadı.
“Çocukluk günlerin sona erdi.” Gözlerini kırpıştırdı. “Promettimi.”
Anneme verdiğim sözü tutmayı başaramamıştım: Babama yeterince iyi bakmamıştım. Bu seferkinde de başarısız olamazdım. “Söz veriyorum,” diye cevapladım.
“Gördün mü?” dedi Evangelista’ya. “Sana bunun, onu mahvetmeyeceğini söylemiştim.” Bana döndü. “Diyeceğim o ki oğlum, yapacak çok işin var. Çünkü sana bir meslek verdim, bunu yapmalısın. Kederlenmeye zaman yok. Çok çalışman gerek, ama asla üzüntü veya öfkeyle değil. Tanrı sana bir hayat verdi, ona sarılmalısın. Güzellik neşeden doğar. Bunu unutmazsan, bana verdiğin sözü tutarsın. Ve tutman gereken bu sözü tutacaksın.”
Keşke ölüm, tek bir sahneyi içeren bir altar panosu11 olsaydı, siz de öyle düşünmüyor musunuz? Ama bunun yerine pek çok panele yayılmış halde. Ölüm ânını yeniden resmedebilseydim, seçeceğim görüntü şu olurdu: Yatakta güçsüz düşmüş bir baba, eli açık ve boş; dua
8
İt. Üzgünüm. (ç.n.)
9
İt. İyi. (ç.n.)
10
İt. Bana söz ver. (ç.n.)
11
Altar masasının üst gerisinde yer alan ve kutsal kişiliklere, azizlere ve İncil’de geçen konulara ilişkin resimlerle bezenmiş pano. (ç.n.)