Raffaello. Стефани Стори
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Raffaello - Стефани Стори страница 6
“Böyle bir şey olmadı.”
“Tam da bu oldu. Kıskançlığı, altar panomun onunkinden daha iyi olduğunun kanıtı. Ve bunu biliyor.” Eğildim, fırçayı alıp cebime koydum.
Tessa bana baktı – yüzündeki ifade de neydi? Sıkıntı mı? Korku mu? Tiksinti mi? “Rafa, dışarıdan insanlara çok mükemmel görünüyorsun ama…” Aniden şüphe götürmez bir şekilde üzgün göründü. “Ondan bu kadar uzaktayken mükemmelliği nasıl yaratacaksın?” Döndü ve çıkışa doğru yürüdü, etekleri taş zeminde hışırdıyordu.
İnsanların bana kızmasından nefret ediyorum. Kalbini kırmak istememiştim; asla kalplerini kırmak istemem ama onun peşinden de gitmedim. Bunun yerine oturdum, eskiz defterimi çıkardım ve kendi altar panomu kopyalamaya başladım. Hâlâ mükemmelleştirilmesi gereken pek çok ayrıntı vardı: Meryem’in kafası çok küçüktü, rahibin ayakları garipti ve – uffa – dizinin altında bir sopayı kıran kırmızı taytlı çocuk iyi olmasına rağmen (Luca Signorelli’nin aynı konudaki bir resminde yer alan bir figürden esinlenmiştim) ağırlığı kalçalarının üzerinden o kadar geriye kaymıştı ki gerçek bir çocuk olsaydı devrilebilirdi. Resmim Perugino’yu yenecek kadar iyi olabilirdi ama mükemmel değildi. Henüz değildi. Perugino’dan bile daha iyi olan ressamların peşinden koşma zamanım gelmişti – dünyanın Botticelli’lerinin, Ghirlandaios’larının, Leonardo’larının… O ressamları bulma, onları inceleme, yaptıklarını alıp en iyi haline getirinceye kadar kopyalama – kopyalama, kopyalama, kopyalama, kopyalama – zamanım gelmişti. Benden üstün herhangi bir ressam kalmayana kadar… Ben hariç.
III. Bölüm
Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.
O devi ilk gördüğümde ben de öyle düşünmüştüm. Siz gördünüz mü? Kopyalarını değil, belediye binasının dışında dikilen aslını kastediyorum. İnsanı eziyor gibi, değil mi? Boyundan dolayı mı böyle? Yoksa bakışından mı? Ya da bütün o parıldayan cilalı beyazlığından mı? Daha yakından bakınca küçüleceğini umarak hızla yaklaştım ama sadece daha da büyüdü. Ona ilk baktığımda, çoban çocuk kendi deviyle yüzleştiğinde nasıl hissetmiş olabilirse ben de öyle hissettim; korkmuş, endişeli, şüpheli ve yine de bir şekilde bu yenilmez düşmanı yenmenin bir yolunu bulabileceğime dair inançla yanıp tutuşuyordum. Bir Golyat heykeline değil de Davut heykeline bakarken böyle hissetmem ironik.
Floransa’ya yedi yıldır gelmemiştim – yedi yıl! Floransalılar o deli rahibi kazığa bağlayıp tıpkı onun Botticelli tablolarına yaptığı gibi onu yaktıktan sonra – bu, beni hâlâ sevindiren bir ironi – ve şehirlerini modern bir cumhuriyete dönüştürdükten sonra bile geri dönmekten çok korkmuştum. Ama sonra, hac yolundaki gezginlerden, Floransa’da “sanatı sonsuza dek değiştirecek” yeni bir heykelin açılacağına dair bir söylenti duydum. Genç bir kadın – kulakları o kadar sivriydi ki peri olabilirdi – bana onun Roma’daki Pietà’ya adını kazıyan heykeltıraş tarafından yapıldığını söyledi. Şimdi ne derse desin, o zamanlar adını kimse bilmiyordu, hepimiz onun Pietà’sını, çarmıha gerilmiş İsa’yı kucaklayan Meryem Ana’nın göründüğü o mermer başyapıtı duymuş olsak da… Roma’ya gitmemiştim, dolayısıyla onu henüz görmemiştim ama o heykeltıraş zaten benim kahramanımdı. Söylentilere göre, Meryem’in göğsünden geçen kayışa adını kazımıştı: Bunu Floransalı filanca oymuştur. Hangimiz daha önce böyle bir kibir, böyle bir böbürlenme, böyle bir gösteriş gördük? Che grande!23 Evet, o zaman bile, eserine attığı imzayı duyduğumuz halde adını hatırlayamıyor olmamızdaki, yine de izinden gidip altardaki Meryem’in Evliliği’ne imza atmamdaki ironinin farkındaydım. (Arka plandaki tapınağın kornişinde “Raffaello Urbinas 1503” yazıyor.)
Hikâyenin yine neresinde kalmıştım? Ah evet… Floransa’nın hayaletleri bile beni o heykeltıraşın yeni heykelini görmekten alıkoyamadı.
Şehre yaklaştığımda, önce katedralin kahverengimsi kızıl kubbesi ufukta yükseldi. Günün geç saatleriydi, bu yüzden gökyüzü tatlı bir pembe altın rengine dönüyordu. (Böyle bir renk elde etmek istiyorsanız, Avrasya ağacında yaşayan dişi böceklerin kurumuş gövdelerini öğütün, biraz beyaz kurşun ve biraz sarı ekleyin – parlak sarı üzerine aşıboyası – ve üstüne ince bir altın varak tabakası da koyun.) Arno Nehri pembe-turuncu gökyüzünü ve uzaktaki mor dağları yansıtıyordu. O deli rahibin ölümünden sonra sanatın yeniden büyümesinin bu kadar hızlı olmasına şaşmamalı: Şehir, hayal edebileceğim herhangi bir tablo kadar mükemmel görünüyordu.
Bir zamanlar o ateşin yandığı meydan olan Piazza della Signoria’ya girdiğimde, bir kez daha güçlü bir düşmanla karşılaştım. Adımlarımı sayarak ona yaklaştım. En azından bu sefer düşmanım sadece bir heykeldi. Mermer oymacılığı ve resim farklı şeylerdir, değil mi? Heykeller doğal olarak ağırlığa sahipken – bunlar fiziksel, kıvrımlı şeylerdir – resimlerde böyle bir ağırlık ve gerçekçilik elde etmek için göz oyunlarına güvenilmelidir. Ressamlar ve heykeltıraşlar aynı sanatı icra etmezler. Hayır. Bırakın tarihin en büyük mermer oymacısı o olsun; ben hâlâ en büyük ressam olabilirim. Yüceler yücesi Meryem Ana; o heykelin etrafında dolaşırken bir kişinin, sadece bir sırtı bile nasıl bu kadar canlı gösterebileceğini merak ettim.
Gençken, bitmek bilmeyen saray yemeklerinde saatlerce oturmak zorunda kalırdım. Dük eliyle işaret ederek uykumu getiren zengin yemeklerinden birinin getirilip birinin götürülmesini emrederdi ve Soytarı Dominic bir hikâye anlatırdı ya da dans edilirdi – bense katılamayacak kadar küçüktüm – ve annemin yanına oturup babamın resimlerini çıkarmasını ya da şiirlerini okumasını beklemem gerekirdi. Babama tapıyordum – hâlâ tapıyorum – ama şiirleri uzundu. Annem seğiren parmaklarımı yakalar ve azarlayıcı bir bakışla sabit tutardı. Hissettiğim şey bir kavanoza kapatılmalı ve resimlerimde bile kullanılmamalıydı.
O heykeltıraşa duygularını kibar tavırlarla gizlemenin öğretilip öğretilmediği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bütün enerjisini, tutkusunu, gücünü ve daha başka her ne varsa işte onu, o taşın koyduğunu biliyordum. Floransa’ya yerleşmeye karar verdiğim an buydu işte; böylece ben de dünyayı heykeltıraşın tarafına değil, kendi tarafıma yönlendirmeyi öğrenebilirdim. Ama orada oturmuş o heykeli kopyalarken içimden şunu tekrarlamaktan kendimi alamadım: Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.
IV. Bölüm
Davide Ghirlandaio tavernaya girerken, “Böyle önemli bir resmi aşağılık bir taş yontucusuna vermeye nasıl cüret ederler,” diye böğürdü. Ghirlandaio, tüm Floransa’daki en huysuz ressamdı. (Onu suçlamayın. Ağabeyinizin ölümünden on yıl sonra bile hâlâ ondan daha kötü bir ressam sayılsanız siz nasıl davranırdınız?)
Andrea del Sarto (benden üç yaş küçük, yanakları o kadar köşeli ve burnu o kadar uzun ki yüzü şu balolarda takılan maskeler gibi görünüyor)
23
İt. Ne de büyük. (ç.n.)