Raffaello. Стефани Стори

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Raffaello - Стефани Стори страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Raffaello - Стефани Стори

Скачать книгу

Kapı eşiğinde diz çöküp cebimden babamın uzun saplı boya fırçasını çıkardım (o fırçayı babamın sertleşmiş parmaklarından çekip aldığımda ağlıyordum, bir rahipse beni sürüklemeye çalışıyordu, hiç de mükemmel bir manzara değildi). O fırçayı çamurlu yağmur suyu birikintisine daldırdım ve kıllarını ovaladım. Ovaladım, ovaladım ama yine de o yeşil tonundan kurtulamadım.

      Cenazede Urbino Dükü Guidobaldo da Montefeltro’ya babamın güzelce çerçevelenmiş en iyi tablolarından birini – Bakire ve Çocuk – bana hediye ettiği için teşekkür ettim (eğer hayatta olsalardı dük ve düşese bu zarif olay için hâlâ borçlu olurdum). Ertesi sabah Dük beni bölgemizin en büyük ressamı Pietro Perugino’nun yanına çırak olarak gönderdi. Babam panel resimlerinde ağırlıklı olarak tempera12 boyaları kullanmıştı ama Perugino bana pigmentleri yumurtayla karıştırmayı bırakıp ketentohumu yağıyla karıştırmayı öğretti. Perugino, büyük Kuzeylilerin, Leonardo da Vinci’nin ve geleceğin boyası olan yağlıboyada ustalaşmama yardım etti. Tempera zayıftır, yağlıboya zengindir. Tempera hızlı kurur, yağlıboya yavaş. Tempera düz renk bloklarına dayanırken yağlıboya gölgelerde yaşar. Geç yattım, erken kalktım ve o kadar çok renk karıştırdım ki havanım ve tokmağım incelmeye başladı.

      On dört yaşına geldiğim zaman Perugino, ustaları incelemem için beni Floransa’ya götürmeyi kabul etti. O altı günlük yavaş yolculukta dağları aşarken çok önemli olduğumu düşünmüştüm. Floransa’nın kötü günler geçirdiğine dair söylentiler duymuştum. Medici ailesi ne zamandır Floransa’nın fiili hükümdarıydı? Yüz yıldan fazla mı olmuştu? Aile sürgün edildikten sonra, birinin yetki boşluğunu doldurması gerekiyordu, bu yüzden de o deli rahip sahneye girdi. Medici açgözlülük öğretisini vaaz ederken, o keşiş yoksulluk ve Tanrı’nın gazabını konu edinen menkıbeler anlatıyordu. Ama uyarıları ciddiye almadım. Hiçbir vaiz, ne kadar iyi olursa olsun, Floransa gibi bir şehri sanat sevgisinden uzaklaştıramazdı.

      Yanılmışım, certo.

      Kanıt, Botticelli portresinin etrafını alevler sararken eskiz defterimi ellerimden almaya çalışan o kadındı. Onu kurtarmak için zamanım daralıyordu, bu yüzden kadına baktım ve en iyi gülümsememi takındım – sadece gamzelerimden birinin göründüğü çarpık gülümsememden bahsediyorum – ve “Bunlar ibadet için yapılmış resimler, hanımım. Esasen Meryem Ana’nın resimleri,” dedim.

      “Meryem Ana mı?” Etrafımızda birkaç adam toplandı. Kendimi o deli rahibin garip müritlerinden oluşan duvarlarla dolu bir kuyunun dibinde duruyormuş gibi hissettim.

      “Bir çocuk başka ne çizebilir?” Eskiz defterimi çıkardım ve sayfaları karıştırdım. Gerçeği söylüyordum – büyük ölçüde yani. Çoğunlukla Meryem çizimlerinin olduğu bir defterdi. Arka arkaya birkaç güzel Meryem çizimi olduğunu bildiğim yerde durdum. “Dünyadaki en mükemmel kadının çizimlerinden başka bir şey yok.”

      Arkadan bir sayfa çekerken “Ve çıplaklar!” diye bağırdı o kadın.

      Çizim, pagan Yunan tanrıçası Afrodit’i gösteriyordu, bu tür bir dini toplantı için tam olarak uygun bir konu değildi. Kaçmama engel olan şişman bir adama doğru gerilerken “Meryem böyle çizilir,” dedim. “Önce doğal vücudu çizersin, sonra da kıyafet eklersin.”

      “Ne olursa olsun o çizimler ateşe atılacak.” Kadın boynumdan tuttu ve beni ateşe doğru itti.

      Bana eskiz defterimi yaktırırsa içindeki çizimleri yeniden yapabilir miydim? Hayır. Bir eskiz, yalnızca bir sahneyi değil, bir sanatçının kariyerindeki belirli bir ânı da kâğıda yansıtır ve o an her zaman değişir. Leonardo’nun dediği gibi eskiz yapmak, hızla akan bir nehre adım atmak gibidir; asla aynı nehre iki kez giremezsin. (Tamam, evet; Leonardo, Herakleitos’un sözünü başka şekilde ifade ediyordu sadece, ama ben, kötü şöhretli, hoşnutsuz bir Yunan yerine bu sözü büyük usta Vinci’den alıntılamayı tercih ediyorsam ne olmuş?)

      Botticelli’ye baktım – neredeydi? İşte orada. Tablodaki kadının solgun yüzünde bir parıltı vardı. Hâlâ kurtarabilirdim ama o sırada önümde kaç kişi eşyalarını ateşe atmak için bekliyordu? On beş mi, yirmi mi? Sıra neden bu kadar yavaş ilerliyordu? Ve ateş neden bu kadar sıcaktı? Duman burnuma ve ağzıma sızdı. Gözlerim yanmaya başladı.

      Bir çocuğun yanağında yaşlar görmek kadını yumuşattı. “Annenle baban nerede?”

      Büyük, yuvarlak gözlerimi yukarı çevirdim – yangını hayli dramatik bir şekilde yansıtacaklarını biliyordum – ve içimi çektim. “İkisi de büyük denize gitti, sinyora.”

      “Neden…” Gözleri yaşlarla doldu. “Sana örnek olacak kimsen yok mu yani?”

      Başımı iki yana salladım.

      Yüzümü ellerinin arasına aldı ve “Günahkâr eşyalarınızı Tanrı’ya verin. Böylece sizi – hepimizi – kurtarıp bir mucizeler denizine alacak,” dedi. Yüzü inançla parladı. Gözlerindeki yaşlar, umut gözyaşlarıydı. Onun için üzüldüm.

      Babamın karnındaki şişkinliği ilk gördüğümde, Tanrı’nın bir mucize bahşettiğine ve babamı hamile kalan ilk erkek kıldığına inanmıştım. Babam, hiç şüphesiz bir kız olacak ve büyüyünce kendi kızlarını doğurup anne olacak o bebeği dünyaya getirecekti. Evimiz yine anneler ve kız kardeşlerle dolacaktı. Ama bu, Tanrı’nın mucizeler bahşetmediğini ve bir adamın karnında büyüyen bir şişkinliğin asla yeni bir yaşamın emaresi olmadığını, yalnızca bir hastalığı gösterdiğini keşfetmemden önceydi.

      Bu yüzden o hanımefendi – o deli rahibin müridi – için üzüldüm çünkü Tanrı’nın mucizeler bahşetmediği gerçeğini henüz öğrenmemişti ve bunu öğrenmek acı vericiydi, öyle değil mi?

      “Evet, evet!” Ağladım, bir kolumu havaya kaldırdım ve İncil’de bahsi geçen, iblislerden kurtulan şu çocuk gibi gözlerimi tekrar yukarı çevirdim. “Tanrı’yı hissediyorum!” Kadın beni kurtuluşa götürdüğü için Tanrı’ya şükretmek üzere dizlerinin üzerine çökerken yüzümü bıraktı. Geriye doğru tökezledim, ayaklar ve bacaklardan oluşan bir ormanın arasına düştüm.

      Kadın, “Çocuk!” diye haykırdı. “O çocuğa yardım edin, bayıldı!”

      Eskiz defterimi göğsüme sıkıca bastırarak bacak ormanının arasından fırladım. Ateşin kıyısına doğru ilerledim. Tablo neredeydi? Bir ayna, bir yığın kitap, bir klavsenin kapağı… İşte! Neredeyse kül olmuştu ama yüzü hâlâ sağlamdı. Sol elimle – çünkü sol elim olmadan da resim yapabilirdim – alevlere uzandım ama ateş kıvrıldı ve bir tarafı çöktü. Küller beni örttü. Öksürdüm ve Botticelli’ye, daha doğrusu bir zamanlar olduğu yere baktım. Artık geriye külden başka bir şey kalmamıştı.

      Meydanın bir kenarında bekleyen Perugino’yu bulmam uzun sürmedi. “Botticelli nerede?” diye sordu.

      Başımı iki yana salladım.

      Kolunu omzuma attı ve bizi aceleyle meydandan çıkardı. Yapmamam gerektiğini biliyordum – Lut’un karısı, Sodom, tuz falan-

Скачать книгу


<p>12</p>

Ortaçağda tutkallı su ile boyanın, çoğu zaman yumurta akıyla karıştırılması suretiyle elde edilen boya türü. (ç.n.)