Mozart: Bir Yaşam Serüveni. Heribert Rau
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mozart: Bir Yaşam Serüveni - Heribert Rau страница 2
İyi ama neydi bu? Küçük Wolfgang’ın yüzü birden niçin böyle mucizevi şekilde aydınlanıvermişti? Gözleri parlıyordu, yanakları al al olmuştu. Yaşının çok ötesinde bir mest hali ve heyecan ifadesi, o çocuk yüzüne tuhaf, hatta doğaüstü denebilecek bir görünüm veriyordu.
Üç yaşındaki küçük Wolfgang şimdi kulak kesilmişti. Tüylü cici dostunun çınlayan nağmelerini dinliyordu. Küçük derdini unutmuştu, ablası ile oyun arkadaşı da aklından çıkmıştı. Onun için dünya tek bir varlıktan ibaretti ve o varlık da bir şarkıydı.
Burada o tatlı nağmeleri dinleyen bir çocuktu. Fakat bu çocuğun ruhu öyle harikulade bir haldeydi ki müzik, coşku ezgileri halinde sinirlerinin ve beyninin her bir teline dokunuyordu. Öyle ki çocuğun ruhu müzikal bir nabızla atıyor gibiydi. Ölümsüz bir armoninin kaybolmakta olan, gölgeli alametiydi bu ve günün birinde tüm dünyada yankılanacaktı.
Küçük Wolfgang müziğin ne olduğunu anlamıyordu. Yalnızca müzik, kulağına nerede ve ne şekilde ulaşırsa ulaşsın, elektrik çarpmış gibi heyecana kapılıyordu. Oyuncaklarını diğer odaya taşırken bir marş mırıldanmalıydı. Kanaryası, aniden içeri sızan güneş ışığına şakıyarak karşılık verecek olursa, Wolfgang zevkten dört köşe oluyordu.
Kuş epeydir şakımıyordu. Küçük oyun arkadaşı Andreas ise sessizce evine gitmişti. Ama Wolfgang hiç kıpırdamadan köşesinde oturmaya devam ediyor, etrafındaki şeyleri ne görüyor ne de işitiyordu. Gündüz düşleri zihninden geçip gitmekteydi. Müziğe ayarlanmış masalsı hayaller, tıpkı annesinin uyumadan önce akşam alacasında anlattığı hikâyeler gibi ruhunda dolanıyordu. Rüyasında bir kral olduğunu gördü. Hayal gücü, hüküm sürdüğü ülkesi için tuhaf bir tebaa yaratıyordu: Grotesk yaratıklar, şehirler ve dağ gölleri kenarındaki kaleler. Bunların her birine fantastik adlar veriyordu. Başında bir taç vardı ve bu taçtan muhteşem bir ışık saçılıp dünyanın uzak köşelerine kadar yansıyordu.
Çocuk işte böylece uzun uzun düş gördü. Bir öpücükle irkilip uyanmasaydı uzun süre daha hayal kurmaya devam edebilirdi. Şaşkınlık içinde yukarı baktı. Ablasıydı bu, şefkatli yüzünü kardeşinin başının üzerine eğmişti. Wolfgang’ın küçük kolları ablasının boynunu sıkıca sarıverdi ve ilk sorusu şu oldu: “Beni seviyor musun Nannerl?”
“Elbette seviyorum!” diye içtenlikle cevap verdi ablası, birbirlerine sıkıca sarıldılar.
Pek sevimli bir ikiliydi bu. Fakat dışarıdan gelen her şeyi yakalamak üzere hassasiyetle düzenlenmiş olan o huzursuz küçük yaratık, ablasının okşayışından başka bir şeyi fark etmişti bile. Minik başını ablasının kolları arasında birden yukarı kaldırışı çok komikti. İyice açılmış burun delikleri, Wolfgang’ın koku duyusu sayesinde annesinin mutfak hazırlıklarını keşfettiğini onaylıyordu. Yüzü aydınlanmıştı. Kolomb’un deniz yorgunu gemicileri bile “Kara göründü!” cümlesini, “İşte akşam yemeği!” diye haykıran küçük Mozart’tan daha muzaffer bir sevinçle söylememiştir.
“Evet,” dedi ablası. “Hem de doğum günü yemeği. Biliyorsun, bugün babam kırk yaşına basıyor.”
Sonra iki kardeş öteki odaya koşturdu. Masada iştah açıcı bir yemeğin dumanı tütüyordu. Anne babaları ise çoktan sofraya oturmuş onları bekliyordu.
Orkestra Şefi Muavini yakışıklı bir adamdı, iri yarı değildi ama vücudu biçimliydi. Kıyafeti son derece sadeydi. Hatta sefil denebilirdi. Fakat duruşunda bir heybet vardı. Hoş yüzünün asil ciddiyeti bu heybeti artırıyordu. Küçük ve narin biçimli bir ağzı, düşünceli gözleri ve müzisyenliğini hemen ele veren kalkık kalın kaşları vardı. Onda gerçek bir erkeğin sahici işaretini görmemek imkânsızdı. Karısı da büyük bir güzelliğin izlerini taşıyor ve bir zamanlar Salzburg’da evlenen en güzel çift olarak ünlenmiş olmaktan hâlâ büyük gurur duyuyordu. Birçok ağır acının ikisinin de yüzlerinde çizgilerini bıraktığı doğruydu fakat hiç olmazsa, karşılıklı saygıya dayanan aşkları bu saldırılara asla boyun eğmemişti. Tam tersine, kaderin ateşinde iki misli tavlanıp güçlenmiş ve birlikte göğüs gerdikleri endişe dolu mevsimler boyunca daha samimi hale gelmişti.
Dolayısıyla sessiz ve sade bir şekilde kutlanan bu doğum günü eğlencesinde sahtelik yoktu. Kutlama kalpten geliyor ve yine kalbe ulaşıyordu. Herr Leopold Mozart, “Pazar günleri ve bayramlar sosyal hayat için nasıl gerekliyse, bu küçük aile ziyafetleri de aile hayatı için gereklidir. Bunlar aile yaşamına renk, ışık ve sıcaklık katar,” derdi.
İşte bu yüzden, genellikle soğuk ve pratik bir adam olan Herr Mozart, duygulandığını saklamaksızın ailesinin iyi dileklerini kabul etti.
Wolfgang akşam yemeğinden önce bir tabureye çıkıp babasının onuruna kısa bir şiir okudu. Eğer bunlara çocuksu ve haylaz konuşma şekli eşlik etmeseydi, suratındaki garip yaşlılık ve söylediği o sözleri olgunlukla idrak edişi, anne babasının kalbini acılı bir endişeyle doldurabilirdi.
Şiir bitince taburede kalıp küçük kollarını babasının boynuna sardı ve usulca şöyle dedi: “Babacığım, seni çok ama çok seviyorum! Biliyor musun? Tanrı’dan sonra babam geliyor!”
Babası ona sarıldı ama şu sözler dışında bir cevap veremedi: “İkisini de kalbinde tut, o zaman senin için her şey yolunda gidecektir!”
O esnada saray müzisyenlerinden ikisi, Adlgasser ile Lipp odaya girdi. İkisi de Baba Mozart’ın iyi dostuydu. Akşam yemeğine davet edilmişlerdi. Mozart ailesi için misafir ağırlamak alışıldık bir şey olmadığından orada bulunmaları ortak neşeye çok büyük bir katkıydı. Şakalaşıp hikâyeler anlattılar, şundan bundan bahsettiler ve nihayet ortak yoksullukları konusuna geldiler. Bu muhtemelen hiçbiri için gülüp geçilecek bir konu değildi ama meseleyi bu şekilde ele alıyorlar ve müzikle kazandıkları kıt geliri sanki dünyanın en komik olayıymış gibi tartışıyorlardı.
“Evet,” dedi Adlgasser, “hepimizin kemer sıkması gerek ama en azından Baba Mozart olağanüstü bir şey yapma rahatlığına sahip.”
“Olağanüstü bir şey mi?” diye karşılık verdi. “Bundan hiç haberim yoktu doğrusu.”
“Ah, ne kadar da alçakgönüllü!” diye bağırdı diğeri. “Şan ve şeref kazanmak hiçbir şey midir yani?”
“Peki, ben bunu nasıl hak ettim?” diye sordu Leopold Mozart, arkadaşının kadehini ağzına kadar kırmızı şarapla doldurarak. “Keman derslerini mi kastediyorsun yoksa?”
“Hayır!” diye cevap verdi Adlgasser. “O dersler sana hakikaten şeref kazandırdı fakat kastettiğim şey çok dikkat çeken Keman Okulu.”4
“Şimdiden Fransızca ve Felemenkçeye tercüme edildi,” diye ekledi Lipp.
“Şey,” dedi Mozart kendinden
4
Leopold Mozart’ın 1756 senesinde yayımlanan