Mozart: Bir Yaşam Serüveni. Heribert Rau
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mozart: Bir Yaşam Serüveni - Heribert Rau страница 6
“Bir mucize bu!” dedi diğerleri. Ancak grubun en cesur üyeleri org yerine giden merdivenleri çıktıklarında şaşkınlıktan donakaldılar.
O küçük suret oracıkta durmuş, bu pedaldan o pedala basıp bir taraftan da minik ellerinin tepesindeki tuşları kavrıyor, sanki birer menekşeymiş gibi o muhteşem akortlardan avuç avuç topluyor ve sonra bunları arkasındaki karanlığa fırlatıveriyordu. Hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey görmüyordu. Yalnız gözleri yıldızlar gibi parlıyordu, yüzü ise coşkulu bir sevinçle aydınlanmıştı. Armoniler daha yüksek ve tok bir şekilde yükselerek kabaran dalgalar halinde ileri akıyordu. Nihayet hepsi birlikte güneşli bir sahile vuracaklardı. Sonra en hafif melodilerin fısıltılı bir dalgacığı, tıpkı bir rüzgâr arpının mırıltısı gibi bir an için havada süzüldü ve ardından sessizlik hâkim oldu.
Dördüncü Bölüm
Viyana Sarayı
Küçük Mozart’ın dünyevi anlamdaki ilk zaferi Viyana’da gerçekleşti. Burada Arşidük Joseph’in huzurunda müziğini icra etti ve asilzadeler arasında hemen bir heyecan yarattı. Sonra ardı ardına şaşaalı akşam yemekleri ve partilere davetler aldı. Küçük virtüözün icrası bu davetlerin doruk noktasıydı. Çok geçmeden İmparatoriçe Maria Theresa ve saray halkı huzurunda çalması için bir davet geldi.
Baba Mozart ve iki çocuğu, İmpratoriçe’nin huzuruna çağrılana dek gurur, endişe ve heyecanla karışık duygularla giriş salonunda beklemekteydi.
Sonunda kapı açıldı. Sekizgen şeklinde muhteşem bir odaya girdiler. Odanın sekiz köşesinin dördü altın çerçeveli devasa Venedik aynalarıyla kaplıydı. Diğer iki köşesinde büyük pencereler vardı, bunların yarısı kat kat salkım ipek perdelerle örtülüydü. Geriye kalan iki köşe ise katlamalı kapılardan girişe ve iç odalara açılıyordu. Sekiz koluna tuhaf ve karmaşık desenler oyulmuş, altın işlemeli masif gümüşten kocaman bir avize, aynı metalden ağır bir zincir yardımıyla freskli tavandan sarkıyordu. Duvarlar, üzeri rengârenk çiçeklerle süslenmiş beyaz ipek örtülerle kaplıydı. Mobilyalar ise aynı zengin malzemeyle döşenmiş olup ahşap oymaları baştan aşağı altın işlemeliydi. Parke döşeme, parlak buz gibi pürüzsüz ve ışıl ışıldı. Öyle ki üstteki fresklerin parlak renklerine, aşağıdaki ipek ve altını aksettirerek cevap veriyordu. İki şatafatlı Augsburg piyanosu odanın ihtişamını tamamlıyordu. Oda, sade lüksüyle heybetli gözüküyor ve aynı zamanda da kalpten gelen neşeli bir iyilik havası yayıyordu.
Bu odanın ortasında, yüksekçe bir koltukta Maria Theresa oturmaktaydı. Başında altın bir taç parıldıyordu. Sarayın prensleri ve nedimeleri etrafında toplanmıştı, kocası I. Franz ise enstrümanlardan birine eğilmişti.
Bu grup, insanın dikkatini çekebilecek ve gözüne hoş görünebilecek bir gruptu. Çünkü İmparatoriçe o gün kırk beş yaşında olmasına ve son zamanlarda epey kilo almasına rağmen halen son derece güzeldi. Hafif eğri burnu, biçimli dudakları, kalın kaşları ve afili alnının altındaki büyük, mavi gözleri yüzüne asalet ve vakar veriyordu. Bakışları ve dudaklarının kenarındaki belirli bir ifade karakterinin yumuşaklığına ve iyiliğine ihanet eder gibiydi.
İnsan elinde olmadan İmparatoriçe’den hoşlanıyordu. Maria Theresa’nın güzelliği ve sevimliliğiyle Macaristan’ı nasıl büyüleyip halkın kalbini fethettiğini anlamak, Orkestra Şefi Muavini için artık kolaydı.
Bu güzel grup, annelerinin etrafında toplanmış genç arşidükler ve düşeslerle tamamlanıyordu. İçlerinde yedi yaşında, melek yüzlü bir çocuk vardı. Kıvırcık saçlı başını İmparatoriçe’nin koluna dayamıştı. Bu küçük kız, sonraları Fransa’nın bahtsız kraliçesi olacak olan Marie Antoinette’ti. Orada masum çocukluğun büyüleyici zarafetiyle duran o sevimli yavrucağın, birkaç yaz sonra darağacında son nefesini vereceğini kim hayal edebilirdi? Geleceği örtüp ölümlü gözlerden gizleyen Tanrı’ya merhameti için şükürler olsun!
Bu ilginç resmin arka planı, kendilerinden başka gözlere gülünç gelecek suretlerden oluşmaktaydı. Bunlar, artık antika olmuş saray hanımlarıydı. Katı ve gururlu yüzleri, mücevherlerle donanmış kaftanlarıyla, zarafetteki eksiklerini parlak ziynetlerle telafi etmeye uğraşıyorlardı. İhtiyar centilmenlere gelince, kır başlarını süsleyen kocaman perukları ile bükülmez yaldızla ışıl ışıl parlayan ve sıkı kumaştan yapılmış kıyafetleri yüzünden güçlükle kıpırdayabiliyorlardı.
Bu arada, odaya girdiklerinde küçük Mozart bunların hiçbirini görmemişti. Yalnızca İmparatoriçe’nin ona bakan nazik gözleri ile Marie Antoinette’in o güne dek gördüğü her manzaradan daha çok hoşuna giden kıvırcık başını fark etmişti. Ama bunu düşünecek fazla zamanı yoktu zira I. Franz onu karşılamak için yanına gelmiş ve İmparatoriçe’nin yanına götürmüştü. İmparatoriçe anaç bir tavırla kollarını açıp şöyle dedi:
“Hakkında onca hikâye işittiğimiz küçük piyanist bu demek!”
“Evet Majesteleri!” diye cevap verdi Wolfgang, sanki kendi annesine hitap ediyormuşçasına tereddüt etmeden ve utanmadan. “Küçük olduğum doğru. Lakin piyano çalabiliyorum. Bunu büyük bir zevkle size ispatlayabilirim İmparatoriçe Hanım!”
Çocuğun bu teklifsiz sözleri üzerine bütün saray halkı, elektrik çarpmış gibi telaşlı bir korkuya kapıldı. Saray hanımlarının devasa saç tuvaletleri ve centilmenlerin ağır perukları olmasa, saray kurallarının böyle terbiyesizce ihlal edilmesi karşısında soylu tüylerinin diken diken olması işten bile değildi.
Fakat İmparator ve İmparatoriçe şen kahkahalar atacaktı. Oğlanın dürüst tabiatını çok beğendiği görülen İmparatoriçe sordu:
“Yeteneğine çok güveniyorsun, öyle mi? Arkamızda müzikten anlayan pek çok centilmen var. Seni şiddetle eleştirecekleri kesin.”
İmparatoriçe’nin bu sözleri üzerine Wolfgang o tarafa dönüp kocaman bilge gözleriyle saray adamlarına baktı. Sonra küçümseyen bir tavırla başını sallayıp şöyle dedi: “Hım! Bu insanların hiçbiri müzikten anlıyormuş gibi gelmiyor bana!”
“Nedenmiş?” diye sordu Maria Theresa.
“Görünüşlerinden belli: Çok kibirli duruyorlar!”
Bunun üzerine İmparatoriçe bir kahkaha atmaktan kendini alıkoyamadı. Gururları biraz kırılmış olmasına rağmen, bütün saray halkı da gülmeye mecbur kalmıştı. Gerçi suratlarındaki o acı tatlı ifade, gülüşlerinin kesinlikle içten olmadığını gösteriyordu.
Ancak Maria Theresa, çocuğun yanaklarını okşayıp ailesinin yanındayken daima sergilediği o hoş tavrıyla kocasına döndü ve dedi ki:
“Franzerl, saray nedimi değilse bile bir devlet adamı olmayı vaat eden bir ruh bu. Hiç olmazsa, keskin gözleri var!”
“Cesaretten yana eksiği olmadığı da kesin,” diye cevap verdi İmparator gülerek.
“O zaman burada, bizimle kalsın!” diye söze girdi küçük Marie Antoinette, kıvırcık başını kaldırıp ışıl ışıl gözleriyle annesinin yüzüne bakarak. “Onu ben de sevdim!”