Mozart: Bir Yaşam Serüveni. Heribert Rau
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mozart: Bir Yaşam Serüveni - Heribert Rau страница 21
Wolfgang, yanındaki insanların yarı şaka yarı sitemle karışık “Ne kadar da sıradan!” der gibi birbirlerine baktığını fark etmiyordu.
Ardından Mozart’ın icrası daha ateşli bir hal aldı ta ki armoniler birbiri üstüne yığılıp fırtınalı bir deniz gibi ellerinin altına çarpana dek. Fakat onların savruluşları sıradan kulaklar için fazla giriftti. Dinleyicilerinin çoğu yorulmuş, kadınların bir kısmı fısıldaşmaya başlamıştı. Çok geçmeden onları başkaları izledi. Nihayet, topluluğun yarısı konuşuyordu.
En sonunda bu durum Amadeus’un dikkatini çekti. Oysa biraz öncesine kadar ruhunu dolduran ve ellerini meşgul eden sesler dışında hiçbir şeyi fark etmeyecek kadar derin şekilde kendi içine çekilmişti. Her zaman kolayca heyecanlanmaya müsait kanı yüzüne hücum etti.
“Dummköpfe!”30 diye mırıldandı. Sonra yarı yüksek sesle ama Almanca olarak dedi ki: “Seslere kulak zarlarının tepesinde takla attırmıyorum diye zırvalayıp çene çalıyorlar. Ama biraz bekleyin bakalım. Şimdi hepinizi hizaya getireceğim!”
Sonra motif’e hemen yeni ve beklenmedik bir yön vererek bir anda muhteşem bir varyasyona başladı. Elleri birer kıvılcım gibi çarpıyordu seslere ve onları pırıl pırıl buz damlalarıyla karıştırıyordu. Öyle ki bütün topluluk sessiz bir şaşkınlık içinde büyülenmiş gibiydi. Fakat şaşkınlık ve hayranlıkları arttıkça, Amadeus da öfke ve küçümsemeyle daha da coşuyordu. Güzel küçük elleri şimdi tam bir istihza çılgınlığıyla serbest bırakılmış gibi gözüken oyunlar ve karışıklıklar halinde tuşların üzerinde uçuyordu. Sonunda parmakları görünmez olmuştu. Yalnızca yüzüğündeki elmas aralıksız yanıp sönerek parmaklarının okları andıran uçuşunu gösteriyordu.
Herkesin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Konservatuvar öğrencilerinin çoğunun kalbinde rahatsız bir his vardı. Bilhassa da uzun yıllar piyano alıştırmalarıyla çile çekmiş ama bundan hiçbir şey elde edememiş olan büyük öğrenciler, barbarlar ülkesi Almanya’dan gelen bu yabancıya kıyasla bir hiç olduklarını çok canlı bir şekilde görebiliyordu. Amadeus icrasını bitirip büyük bir alkışla selamlanınca bu müzik tamircilerinin çoğu kıskançlıktan yarı ölü halde omuzlarını silkip en yakınlarındaki kişinin kulağına bir şeyler fısıldayacaktı. O zaman mırıltılar bütün odayı kaplayana dek şunları duyabilirdiniz: “Ah ha!” “Şimdi anladım!” “Tabii ya!” “Amma da yetenekliymiş!”
Wolfgang, konservatuvar müdürüyle konuşuyordu ve ne olduğundan hiç haberi yoktu. Ama Jomelli durumu fark etmişti. Nihayet Baba Mozart’a şöyle dedi: “Neler oluyor bir bakayım.”
Sonra öğrencilerden birine yaklaşıp bütün bunların ne anlama geldiğini sordu.
“Ah, hiçbir şey!” diye cevap verdi sıska delikanlı. “Ama şu var ki aynı araçları kullanmayı seçen herkes bunu yapabilir!”
“Araçlar mı?” dedi Jomelli. “Muazzam bir parmak kuvveti ve onu destekleyen müthiş bir deha dışında hiçbir ‘araç’ göremiyorum!”
“Öyle mi ?” diye karşılık verdi uzun boylu öğrenci küçümseyen bir gülümsemeyle.
İhtiyar İtalyan, “‘Öyle mi?’ sorusuyla neyi kastediyorsun?” diyerek öyle bir şiddetle gümbürdedi ki hem Müdür hem de Amadeus sorunun ne olduğunu anlamak için o tarafa baktı.
“Beyefendinin arkadaşısınız!” diye cevap verdi öğrenci omuzlarını silkerek.
“Ben köklü bir itibara sahip elli yaşında bir adamım,” diye cevap verdi Jomelli mağrur bir tavırla. “Şuradaki genç maestro gibi bir sanatçının performansı karşısında suratınızı buruşturarak ne demek istediğinizi soruyorum size!”
“Söylediklerine göre parmağında sihirli bir yüzük varmış ve büyü marifetiyle icra ediyormuş müziğini!”
Jomelli ve Mozart’ın diğer arkadaşları bu saçmalık üzerine kahkahalar attı. Amadeus’un güzel yüzünde acıma ve kınamayla karışık bir tebessüm belirdi. Yüzüğü parmağından çıkarıp Müdür’ün eline bıraktı. Ardından tekrar piyanonun başına geçip birkaç dakika boyunca, mümkünse, öncekinden daha da coşkulu ve müthiş bir şekilde çaldı. Sonra bu ahmakların aptallığı ve rezilliği yüzünden çok yorulmuş gibi kuvvetsiz ve bitkin bir şekilde oradan ayrılmak için arkadaşlarına işaret etti.
Sekizinci Bölüm
Signora Bernasconi
Odönemde İtalya’nın en büyük şarkıcısı olan Signora Bernasconi akşam yemeğini henüz bitirmişti. Napoli’ye has pahalı salyangoz ve midye çorbası ile frutti di mare (istiridye ile küçük kabuklu deniz hayvanları), ıstakozlar, marul, balık, kızarmış et sofradan kaldırılmıştı. Masada sadece portakal, incir, şeftali ve üzüm ile birkaç şişe Capri ve Falernian şarabı vardı. Sofra on kişi için kurulmuştu ama belli ki tek bir kişi yemek yemişti. Akşam yemeğinde ister on veya iki kişi olsun, isterse hiç kimse olmasın, sofranın bu şekilde kurulması Signora’nın emriydi.
Bugün ikinci durum söz konusuydu. Sıcak hava Primadonna’yı öyle bunaltmıştı ki misafirlerinin huzurundan çekilmek zorunda kalmak istememişti. Bu yüzden aralarında cömert sofrasının daima açık olduğu Prens Francavilla ile ünlü sanatçıların da bulunduğu pek çok centilmenin geldiği haber verilmişse de bu misafirlerin hepsi şu soğuk cevapla geri gönderildi: “Signora Bernasconi bugün akşam yemeğini yalnız yiyor.”
İtalya’da ünlü bir primadonna bir tiran gibi hüküm sürer zira onun için operalar yazan bestekâr, emirlerine uyduğu takdirde ümitvar olmak fakat isyankâr bir köle gibi davrandığı takdirde ise korkmak için her sebebe sahip olacaktır. Ayrıca Primadonna’nın hayranları üzerindeki hükmü de mutlaktır. Kaldı ki bu hayranlar bir sanatçı, soylu, markiz yahut prens olabilir.
Signora Bernasconi şimdi bir kanepeye uzanmıştı. Güzel biçimli vücudunu hafif ve pahalı bir kumaştan beyaz bir neglije31 örtüyordu yalnızca. Tanrıça Hera gibi güzel ve mağrurdu, yüzünde ise bir mayıs gününden ziyade güneş ışığını ve fırtınayı hatırlatan bir yaz ortası görüntüsü vardı.
Yüksek alnında sonsuz bir kibir taht kurmuştu. Kemerli burnu, kalınca çizilmiş kaşları, yanıp sönen gözleri ve kıvrımlı üst dudağındaki tinselleşmiş bıyığının soluk gölgesi; ateşi, gücü ve kararlılığı simgeliyordu. Bu kadına bakan herkes, onunla herhangi bir alaka kurmanın biraz cesaret gerektirdiğini anlardı.
Şu anda o yüksek alın, az çok uğursuz kıvrımlar halinde büzülmekteydi zira ennui ve huysuzluk, Primadonna’yı tehdit etmekteydi. Elbette, en uzaktaki pencere oyuğunda bekleyen hizmetçisi dışında bunu fark
30
(Almanca) Dangalaklar, ahmaklar. (ç.n.)
31
Şeffaf, çoğunlukla tül benzeri kumaşlardan yapılan bir elbise. (ç.n.)