Tehlikeli Zümrütler. Harold MacGrath
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Tehlikeli Zümrütler - Harold MacGrath страница 4
Darbe aniden geldi, Quasimodo’nun neredeyse tüm çenesini kaplayan türdendi. Bodur adam darbenin etkisiyle sendeleyip yüzüstü yığıldı. Galibi, onu çevirdi ve bir topuğunu kaldırdı. Bu da nereden çıkmıştı? O ne Prusyalı ne de Sudanlı bir zenciydi! Beyazdı ve beyaz adamlar yendikleri düşmanlarının yüzlerini ezmezlerdi. Böyle durumlarda beyaz bir adamın ahlaki değerleri bozmadan yapabileceği tek bir şey vardı, hemen harekete geçerek şeytanın dişlerini çekti. Bu onu birkaç saat etkisiz bırakacaktı.
Yana serilmiş kollarından birinin üzerine çöküp sakince adamın ceplerini boşalttı. Saati, parayı, pasaportu, evrakları, silahı ve anahtarları alıp hepsini nehre attı. Kemerini gözden kaçırmıştı. Anglosakson taktiği mükemmel bir fikirdi. Yumrukları hayatını kurtarmıştı.
Üçüncü Bölüm
Bir motorun kesik kesik sesini duyan Hawksley hemen kafasını çevirdi. Belli belirsiz bir şekilde dev bir köprü ve onun üzerinden geçen uzun, soluk renkli bir tren gördü. Yerdeki adamın şapkasını alıp kendi kafasına taktı. Pek de yakıştığı söylenemezdi ama işine yarardı. Güverte kamarasının çevresinden dolanarak sokağa doğru koşup iskeleye atladı. Sağ elinin çatlak eklemlerini emerken kendini bir buçuk saat sonra umutla ayrılacağı istasyona taşıyan bir vagon bağlantısında buldu.
Her durakta duran trenden Poughkeepsie’de inerek kendisine bir şapkayla sağlam bir baston satın aldı. Çenesi ve yanaklarındaki sakal onu iyice rahatsız etmeye başlamıştı ama berber koltuğunun tehlikeye davetiye çıkaracağı fikrinden de kurtulamıyordu. Artık bu kıtanın bir ucundan diğer ucuna kadar, onun varlığından haberdar kimse olmadığından emindi. Hem canının hem de servetinin peşindelerdi. Şimdi bile bu garip kasabada onu arayan birileri olabilirdi. O New York’a yaklaştıkça, daha aktif ve daha tetikte davranacaklardı.
Bakışlarıyla sürekli etrafı kolaçan ederek sokaklarda yürüdü. Görünüşe bakılırsa kimse ona en ufak bir ilgi göstermiyordu. Sonunda tren istasyonuna döndü, o akşam saat altıda Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundaki perondan ayrıldı ve sokakta onunla yürüyenleri gizlice inceledi. Hepsinin Amerikalı olduğundan emindi. Muhtemelen öyleydi ancak yine de büyük Amerikan doktrinini mevcut durumda olabilecek en makul yol olarak kabul edemeyen Amerika doğumlu bazı aptallar da vardı. Belki de bunlardan biri sokakta Hawksley’nin peşine düşmüştü. Peşindeki adam kim olursa olsun, o sabah yedide Quasimodo kemerinde gizlenmiş altınla ödemesini yaparak telgraf alarmı gönderdiğinden beri güneye giden her trene evrakla binilmeye başlanmıştı. Adam hızla karşıya geçip adımlarını eşleyerek Hawksley’yi takip etmeye başladı. Onun işi sadece diğerinin gittiği yönü öğrenmek ve ihbar etmekti.
Yeryüzünde bir fırtına kopmuştu ancak bunun sorumlusu Ariel değil Caliban’dı.5 Dehşet tırpanı hasadını topluyor, kurunun yanında yaş da yanıyordu.
Hawksley kendini aniden genç, hayata yeniden dönmüş ve özgür hissetti. Varmıştı. Tarif edilmesi imkânsız engelleri ve zorlukları aşarak New York’un kaldırımlarına ulaşmayı başarmıştı. Bir saat içinde büyük şehrin bataklıkları onu sonsuza dek yutacaktı. Özgürlük! Gezmek, mağazaların vitrinlerine bakmak, reklam panolarını izlemek, oyalanmak istiyordu ama daha başarması gereken çok şey vardı.
Gözü telefon edebileceği bir yer aradı. Hemen bir telefon bulması gerekiyordu. Bir defasında bu harikulade şehirde altı hafta kalmıştı ve mavi-beyaz emayeden telefon tabelaları olduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Çok geçmeden bir telefon buldu. Gazete ve tütün satan bir büfenin arkasında kontörlü bir telefon vardı.
Bir kabine girdi ancak cüzdanında beş sent olmadığını fark etti. Tütün tezgâhındaki kıza koştu, kız üç adet seçtikten sonra parasını ödeyip uzaklaşan bir müşteriye puro kutularını göstermekle meşguldü. İşini bir an önce bitirmek için sabırsızlanan Hawksley, kıza bir tane gümüş para fırlattı.
“Beş sentlik boz!”
“Şimdi mi alacaksınız yoksa sonra mı göndereyim?” diye sordu tezgâhtar kız ciddiyetle.
“Anlayamadım?”
“Kutuyu bağlamamı istediğiniz özel bir kurdele çeşidi var mı?”
“Kusura bakmayın ama anlayamadım,” diye tekrarladı Hawksley canı sıkkın ve şaşırmış bir şekilde. “Acelem var.”
“Bir iyilik isteyecekken emirler yağdırmayı bırakamayacak kadar mı aceleniz var? Nezaket gereği paranızı bozuyorum, siz ise gelmiş burada ‘Beş sent! Beş sent!’ diye bağırıyorsunuz. Sanki para bozmak benim işimmiş gibi.”
“Çok özür dilerim!” dedi Hawksley pişmanlıkla.
“Sakın akşam yemeğinden sonra beni sinemaya davet ederek durumu daha da kötüleştirmeyin. Annem hava kararınca dışarı çıkmama asla izin vermez.”
“Anneniz oldukça haklı. Yine de kendi başınızın çaresine bakabiliyor gibi görünüyorsunuz. Önerim…”
“Bu mosmor gözünüzle mi bana öneride bulunacaksınız? Yok, almayayım. Eminim bir kadının kardeşi sizi bu hale getirmiştir.”
“Venüs o sırada yükselişte değildi. Para için teşekkürler.” Hawksley arkasına döndü ve yeniden telefona gitti.
O sırada kendini tamamen tükenmiş hissetti. Neredeyse karşı konulamaz bir istek geldi ve telefon kulübesinden çıkıp bağırdı: “İşte buradayım! Öldür beni! Yoruldum ve bittim!”
Çünkü az önce önünde puro alan kişiyi, Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundan onunla çıkan bir adamla karıştırmıştı. Bu adamın aceleci tavırlarını çok iyi hatırlıyordu. Belki de bu sersemletici olay onun hayal gücünün bir ürünüydü ve zararsız insanları düşmanı sanıyordu.
“Merhaba!” dedi telefonun diğer ucundan bir erkek sesi.
“Bay Rathbone orada mı?”
“Yüzbaşı Rathbone alayıyla birlikte Coblenz’de efendim.”
“Coblenz’de mi?”
“Evet efendim. Yaz ortasına kadar döneceğini sanmıyorum. Kim aramıştı?”
“Yokohama’dan bir telgraf aldınız mı?”
“Bay Hawksley! Sizsiniz!” Telefondaki adam heyecanlandı.
“Ah bayım! Hemen geleceksiniz, anlıyorum. Gördüğünüzde beni tanıyacaksınız. Yüzbaşının kâhyasıyım efendim, adım Jenkins. İstediğiniz sürece evinde kalabileceğinize dair size bir telgraf çekmişti. Bankacısına da sizin geleceğinizi söylediğini iletmemi istemişti. Valizinizi hemen gönderin efendim. Akşam yemeğini sizin isteğinize göre hazırlayacağım.”
Hawksley’nin bedeni rahatlamıştı. Boğazı düğümlendi. Ne olursa olsun burada, binlerce kilometre
5
Shakespeare’in