Bir Kahramanlık Ocağı . Морган Райс

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Kahramanlık Ocağı - Морган Райс страница 5

Bir Kahramanlık Ocağı  - Морган Райс Krallar ve Büyücüler

Скачать книгу

gideyim!” diye bağırdı.

      Adamlar itirazlarını görmezden geldi ve onu sürüklemeye devam etti. Babasının emriyle hareket ettikleri açıktı. Babası büyük bir savaş çığlığı atarak adamlarına moloz yığınının diğer tarafına doğru saldırıda liderlik ederken babasını son bir kez gördü.

      “Baba!” diye bağırdı.

      İçinin parçalandığını hissetti. Sevdiği babasına daha yeni tekrar hayranlık duymaya başlamışken babası ondan alınıyordu. Umutsuz bir şekilde babasının yanında olmak istiyordu fakat o çoktan gitmişti.

      Dierdre kendini bir teknede buldu ve adamlar hiç vakit kaybetmeden, kanalda kürek çekerek denizden uzaklaşmaya başladılar. Tekne kanalların arasında dönerek gidiyor, duvarlardan birinin bir yanındaki gizli bir açıklığa doğru ilerliyordu. Önlerinde alçak bir taş kemer vardı ve Dierdre o an nereye gittiklerini anladı: yeraltı nehri. Bu, duvarın diğer tarafındaki coşkun bir akıntıydı ve onları şehirden hızla uzaklaştırabilirdi. Şehirden kilometrelerce uzakta, kırsal alanda bir yere sağ ve salim olarak ulaşabilirdi.

      Kızlar ne yapmaları gerektiğini sorar gibi dönüp ona baktı. Dierdre anında bir karar verdi. Plana uyuyormuş gibi davrandı ve böylece hepsi yola çıkacaktı. Herkesin oradan kaçmasını, oradan kurtulmasını istiyordu.

      Dierdre son ana kadar bekledi ve tekne kemere girmeden hemen önce tekneden kanal sularına atladı. Marco onu şaşırtan bir şekilde ne yaptığını fark etmiş ve ona katılmıştı. Artık kanalın içinde sadece ikisi kalmıştı.

      “Dierdre!” diye bağırdı babasının adamları.

      Dönüp onu yakalamaya çalıştılar fakat çok geç kalmışlardı. Dierdre’nin zamanlaması mükemmeldi ve diğerleri akıntının şiddetine kapılmıştı, tekne akıntıda sürüklenmişti.

      Dierdre ve Marco dönüp hızla terk edilmiş bir tekneye doğru yüzüp tekneye çıktı. Teknenin içinde, üzerlerinden sular damlayarak oturup birbirlerine bakarlarken, ikisi de soluk soluğa ve tükenmişti.

      Dierdre dönüp geldikleri yere baktı. Ur’un kalbi, babasının yanından ayrıldığı yer! Gitmeleri gereken yer de orasıydı, bu kendi ölümü anlamına gelse bile!

      BÖLÜM ÜÇ

      Merk, Ur Kulesi’nin tepesindeki gizli odanın girişinde duruyordu. Hain Pult ölü bir şekilde ayaklarının dibinde yatıyordu. Gözlerini parıldayan ışığa dikti. Kapı ardına kadar açıktı ve gördüğüne inanamıyordu.

      Orası, en iyi korunan katta, Ateş Kılıcı’nı barındırmak ve korumak üzere tasarlanmış biricik gizli odaydı. Kapısına kılıç sembolü işlenmiş olan odanın duvarlarında da aynı kılıç sembolü bulunuyordu. O hainin, kraliyetin en değerli hazinesini çalmak istediği oda yalnız ve yalnız burasıydı. Eğer Merk onu yakalamamış ve öldürmemiş olsa, kim bilir kılıç şimdi nerede olurdu?

      Merk, pürüzsüz duvarları olan, dairesel odaya, parlak ışığa bakarken merkezde, üzerinde yanan bir meşale, altında çelik bir kafes olan altın bir platform görmeye başladı. Platformun Kılıç’ı tutması için yapıldığı belli oluyordu. Fakat platforma bakarken gördüğüne bir anlam veremiyordu.

      Kafes boştu.

      Anlamaya çalışarak gözlerini kırptı. Hırsız Kılıç’ı çoktan çalmış mıydı? Hayır, adam ayaklarının dibinde ölü bir şekilde yatıyordu. Bunun tek bir anlamı olabilirdi.

      Bu kule, Ur Kulesi bir sahte hedefti. Hepsi, oda, kule, her şey sahteydi. Ateş Kılıcı orada bulunmuyordu. Hiç orada olmamıştı.

      Öyleyse nerede olabilirdi?

      Merk dehşet içinde durdu, kıpırdayamayacak kadar donakalmıştı. Ateş Kılıcı hakkındaki tüm o efsaneleri düşündü. İki kuleden bahsedildiğini hatırladı. Biri kraliyetin kuzeybatı ucundaki Ur Kulesi ve diğeri de güneydoğudaki Kos Kulesi, her biri kraliyetin karşılıklı uçlarına yerleştirilmiş, ikisi birbirini dengeleyen kuleler. Kulelerden yalnızca birinde Kılıç’ın bulunduğunu biliyordu ve Merk her zaman bu kulenin, Ur Kulesi olduğunu varsaymıştı. Kraliyette herkes, bu kuleye doğru yola çıkan herkes de öyle varsayıyor, efsanelerin bizzat kendileri de Ur’a işaret ediyordu. Sonuçta Ur anakarada, başkente yakın, muhteşem ve kadim şehrin yanındaydı; buna karşın Kos Şeytan Parmağı’nın ucunda, hiçbir özelliği olmayan uzak bir noktada, her şeyden uzaktaydı.

      Kılıç Kos’ta olmalıydı.

      Merk şoke olmuş bir halde dururken, kafasında yavaş yavaş bir düşünce oluşmaya başladı; kraliyette Kılıç’ın gerçek konumunu bilen tek kişi kendisiydi. Merk Ur Kulesi’nin ne gibi sırlar, ne gibi hazineler barındırdığını bilmiyordu, tabii varsa; fakat bildiği bir gerçek varsa o da Ateş Kılıcı’nın orada olmadığıydı. İçinin boşaldığını hissetti. Öğrenmemesi gereken bir şeyi öğrenmişti; kendisi ve diğer askerler bir hiçliği koruyordu. Bu, Gözcüler’in, elbette ki morallerinin bozulmaması için, sahip olmaması gereken bir bilgiydi. Sonuçta kim boş bir kuleyi savunmak isterdi ki?

      Artık gerçeği bilen Merk oradan kaçmak, Kos’a ulaşmak ve Kılıç’ı korumak için dayanılmaz bir arzu duymaya başlamıştı. Sonuçta neden orada kalıp boş duvarları koruyacaktı ki?

      Merk basit bir adamdı, bilmecelerden her şeyin ötesinde nefret ederdi ve bütün bunlar ona dev bir baş ağrısı vermiş, sahip olduğu cevaplardan çok daha fazla sorunun oluşmasına sebep olmuştu. Merk bunu başka kimin biliyor olabileceğini merak etti. Gözcüler mi? Bazılarının bildiği kesindi. Eğer öyleyse, nasıl olup da tüm gün bir aldatmacayı koruyacak disipline sahip olabiliyorlardı? Eğitimlerinin bir parçası da bu muydu? Veya kutsal görevlerinin?

      Şimdi artık kendisi de bildiğine göre ne yapması gerekiyordu? Bir başkasına kesinlikle söyleyemezdi. Bu onların moralini bozabilirdi. Ona inanmayabilirler, Kılıç’ı çaldığını düşünebilirlerdi.

      Ve o cesetle, o hainle ne yapmalıydı? Ve eğer bu hain Kılıç’ı çalmaya kalkıştıysa, başkaları da var mıydı? Tek başına mı çalışıyordu? Hem neden çalmak istemişti? Onu nereye götürecekti?

      Olduğu yerde neler olduğunu çözmeye çalışarak dururken, başının yalnızca yarım metre kadar üstünden, sanki aynı odadaymışçasına yüksek sesle çalan çan sesleriyle tüyleri diken diken oldu. Öyle ani, öyle acil çalmıştı ki, çan seslerinin nereden geldiğini anlayamamıştı; fakat sonradan başının yarım metre kadar üzerinde, çatının tepesindeki çan kulesini fark etti. Oda çanların aralıksız sesleriyle sarsılıyor, düzgün düşünmesini engelliyordu. Sonuçta bu aciliyet bunların savaş çanları olduğunu işaret ediyordu.

      Aniden kulenin her yanında bir hareketlilik oluştu. Merk uzaktan gelen kargaşa sesini duyabiliyordu, herkes toplanıyor gibiydi. Neler olduğunu öğrenmesi gerekiyordu; içinde bulunduğu ikileme daha sonra tekrar dönebilirdi.

      Merk cesedi yoldan çekti, kapıyı sertçe kapattı ve odadan koşarak çıktı. Koridora koştu ve düzinelerce askerin, ellerinde kılıçlarla merdivene koştuğunu gördü. İlk başta adamların kendisi için geldiğini düşündü fakat sonra çok daha fazla

Скачать книгу