Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov. Osmanakun İbraimov

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov - Osmanakun İbraimov страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov - Osmanakun İbraimov

Скачать книгу

tüm eleştirmenlerin, yazarın yeni çalışmasında, daha önce geri kalmış halklar üzerindeki Sovyet iktidarının esası hakkında, aydınlanmanın zor işleriyle ilgili bir anlatı gördüğü de karakteristik olarak ortadadır. Çok geçmeden Andrey Konchalovski, üzerinde büyük bir seyirci kitlesine sahip olan bir film yaptı. Jean-Paul Sartre kendisi bizzat ona cevap verdi. Ancak hikâyenin iyi dilekçilerinden birkaçı, komünist öncülerinin kaderinin, tarihsel bir drama, hatta bir trajedi olarak temsil edilmesine dikkat çekti. Ayrıca, “İlk Öğretmen” Aytmatov’un konuya ilk olarak değindiği, daha sonra onun için temel bir tema haline geleceği – hafıza teması olduğu da dikkat çekicidir. Kalbin tarihi ve hafızasının anısına yaptı bunu.

      1960’lı yılların başlarındaki ilk yayında okuyucular ve eleştirmenler, her şeyden önce kamusal notaları yakaladılar. Yeni nesillerin, son derece zor koşullarda, yeni bir hayatın temellerini büyük fedakârlıkların maliyetine bırakanlara, ahlâkî görevlerini yerine getirme çağrısı var idi. E tabi, doğal olarak, bu romanın kökeni hakkında lirik ve psikolojik bir anlatı olarak vardı bu durumlar. Ne denilebilir ki, bu okumada bir gerçek vardı; ilk icraatların gerçekten gurur duyulacak bir yanları vardı ve en azından yeni ve çok etkili bir eğitim sistemi vardı. Yazar ayrıca onun diyetini ödedi. Fakat o zaman bile Aytmatov, tarihsel bilinç kaybı, sistemin temelleri içinde kök salmış bazı ahlâkî zararlardan dolayı sıkıntıdaydı. Hikâyedeki görüş açısı önemli ölçüde değişti. Yıllar önce gerçekleşen hikâye, kalplerde “sağlam izler” bırakan ve insanların kaderini bozan bir trajedi olarak okundu.

      “Perestroyka (yeniden yapılanma)” yıllarında, okuyucunun algısında, hikâyenin temasının arka plana düştüğü, bir arka plan değerine dönüştüğü ve iki insanın sembolik kaderi – Altınay’ın ve Düyşön’ün, hayat dramı – mücadelesinde, sosyal haklarını kişisel olarak feda ettiler.

      SAVAŞIN DESTANI: “ANAYURT” VE “YÜZ YÜZE”

      Yüzyılların bir bilgeliği vardır ki biz de biliyoruz: Hayattaki tüm güzel şeyler için her zaman bir şey ödersiniz.

      Cengiz Aytmatov’un yaşamını yansıtan, sizden, çok farklı ve genellikle zıt yönlerde esen rüzgârlarda nasıl evrildiğini düşünürüz.

      Bulutsuz çocukluk, babasının tutuklanmasıyla azgın bir şekilde yırtılmış, aşağılanma ve hayatta kalma yılları içinde mücadele ile doludur. Büyükşehir ve başkent Moskova ve de uzaklardaki Talas.

      Küçük bir Kırgız köyünde geçen ergenlik dönemi… Küskünlük, üzüntü ve basit, ama inanılmaz nazik ve sempatik insanlarla tanışmak, ona “hoşgörülü” olduğu gibi, “emekçi”nin güzelliğini anlatmak. Buna ek olarak, onun tanrısı gerçekten de kafasının bir başkasının üzüntüsünü kendisinin algılaması için inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğu anlamında okşadı ve ona inanılmaz bir yetenek verdi. Cengiz’in bir başkasının baş belasıyla ilgili olarak son derece hassas olduğu, bir tür duygusal filmi seyrederken gözyaşlarına boğulma alışkanlığı olduğunu önceki bölümlerde de konuştuk. Ve kökenleri tanımanın mutluluğunun – halkın konuşmasına, figüratif sözcüğüne, Rus-Kırgız edebiyatına ve kültürüne ve herkesin üzerine düştüğü savaşa ve henüz bitmemiş olan üzüntüsüne de göz attık. Bu özellikleri ve nitelikleri düzenli kahramanlar üzerinden değil, hangi şarkılardan ve şiirlerden beslendiğini gördü, ama sıradan insanlarda, sıradan günlük hayatta kendini ayakta tutan pek çok şeyi en iyi şekilde yakaladı.

      Aytmatov’un savaşın zor zamanlarını ve askeri yılları şöyle hatırlar: “Savaş başladığında ben on üç yaşındaydım. Bu benim neslim için yeni bir dünyanın kapısını açtı. Şimdi kendime inanamıyorum, on dört yaşındayken zaten Köy İhtiyar Heyetinin sekreteri olarak çalışıyorum. On dört yıl içinde, büyük bir köyün ve çeşitli savaş dönemlerinde bile hayatın en farklı yönleriyle ilgili oldukça karmaşık sosyal ve idari sorunları çözmek zorunda kaldım. Bunlardan benim için en zor ve korkunç olanı birinin ailesinden birisi savaşta öldüğünde gönderilen ve aileye iletilmesi gereken kara kâğıt yani “kara haber celbi” olarak adlandırılan haberleri ailesine vermekti.

      …En korkuncu bu kara kâğıtları aile yakınlarına dağıtmaktı. Her ne kadar yaşlıların haysiyetiyle ilgili acı haberleri yaşlı aksakalları bilgilendirmiş ve ölenlerin tüm aileler tarafından yasını tutmuş olsalar da, kara kâğıt, “kara haber celbi”, tarafımdan teslim edilmek zorundaydı. Hemen değil, umutsuzluk ve ıstıraptan sonra. Yine de, eski sekreterimden miras kalan resmi avuç torbadan, askeri bir damgalı küçük bir hurma büyüklüğünde basılı kâğıt ve majörlerin, kaptanların veya diğer personelin imzasını atmak, o birkaç satır metin ürperticiydi. Sessizce okuduğum kelimeleri Kırgızcaya çevirip duruyordum. Kayalık bir dağın tepeden tırnağa çarpan ve sürünerek yuvarlanmış, sanki ağır, bitkin bir iç çekişini duyuyordum. Hiçbir şekilde suçlu olmasam da gözlerimi kaldırmak zor geliyordu. Ben kâğıdı verirdim. “Sakla” derdim. Ve sonra, annelerinin ezik bir ağlama sesi, derin bir çığlık aniden çıkıverirdi. Çırpınan, hıçkıran ve sonra uzun, bitmez sonu gelmez kederli bir ağlama ile patlardı. Dünyaya getirip büyütülen ve sonra da o hayata veda eden bir oğula karşılık olarak verilen bu kâğıt parçası mıydı?!

      Ne yükselebiliyor, ne de rahat yürüyebiliyordum. Hangi kelimelerle nasıl rahatlayabilirdim? Bu anlarda kapılardan dışarı atlamak, makineli tüfek almak istiyordum, evet, makineli tüfeğim ve onunla birlikte, o çağrı celbinin geldiği cepheye kaçmadan, onunla koşmak istiyordum ve orada, öfke ve öfke ile bağırarak, faşistleri tükenmek bilmeyen ve sürekli ateş eden makineli tüfeğin mermileriyle vurmak istiyordum.

      …Şimdi, yıllar sonra, ilginç ve değerli insanlarla tanışmak ve sonra gerektiği gibi yapmak için üstüne titrediğim kadere minnettarım.

      Çok ama çok zor, zor zamanlar içinde gerekliydi. Seferberlik birbiri ardına çıkmaktaydı. Önde, emek ordusuna, mayınlara, o günlerde inşa edilmeye devam eden Çüy Kanalı’na, hatta günlüğe gitmek için can atıyorduk. Kendimizi, gündemleri insanlara teslim etmeyi ve aynı zamanda da din adamlarını kaydetmeyi sınırlamadık.”

      Operasyonların tiyatrosu Kırgızistan’dan çok uzaktı, ancak cephedeki savaşların muazzam gerginliği burada hissediliyordu hep ve zafer için yapılabilecekler için azami işler yapıldı. Ülkemiz, savaşta 300 binden fazla insan bıraktı, bunların 72 bini Sovyetler Birliği kahramanı gaziydi.

      İlkinde, yaptığı çalışmaların ilk dönemlerinde Aytmatov savaş hakkında yazmamıştı, bu konunun çok sorumluluk gerektiren bir durum ve karmaşık olduğunu düşünüyordu. Uzun bir süre bunu ele almaya cesaret edemedi. Savaş sonrası yaşam hakkında, köyün genç işçileri hakkında, çağdaşlarının manevî deneyimleri veahlâkî, manevî arayışı hakkında yazdı. Sadece bir söz söylemek için hazır değildi, ama sesini, tüm zamanların ve insanların askeri bir adamı da dâhil olmak üzere, bir dehayla ilgili genel yüceltme korosuna dokunmak istemedi.

      İlk savaş hikâyesi “Yüz Yüze” 1957’de ortaya çıktı. Yüksek Edebiyat Kurslarının bir öğrencisi olarak bu öyküyü Moskova’da yazdı. Sonra yine Moskova’da yazmaya başladığı “Ana Yurt” öyküsünü Frunze’de tamamladı. İlk olarak Kırgız dilinde “Ala-Too” dergisinde, daha sonra da “Yeni Dünya” da Rusça olarak 1963’te yayımlandı. Her ikisi de daha sonra “Dağların ve Steplerin Hikâyesi” koleksiyonuna girdi.

      “Yüz

Скачать книгу