Peygamberimiz. Muhammed Ali Lâhûrî

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî страница 13

Жанр:
Серия:
Издательство:
Peygamberimiz - Muhammed Ali Lâhûrî

Скачать книгу

eve girer girmez Kuran sahifeleri saklanmış, Habbab da bir köşeye gizlenmişti. Fakat Ömer, kız kardeşinin evinde Kur’an okunduğunu kendi kulakları ile duyduğundan, onun ve kocasının, İslam’ı kabul ettiklerinden şüphesi kalmamıştı. Ömer bunların yanına girince, atalarının dinini terk ettiklerinden dolayı kendilerine hakaret etmiş, eniştesi Said’i yakalayarak onu yumruklamaya ve tekmelemeye başlamıştı. Kocasını kurtarmak için müdahale eden Fatıma’ya da birkaç darbe isabet etmiş, zavallı kadın yaralanmış ve kana boyanmıştı. Nihayet Fatıma Ömer’e hitaben, “Ne yapacaksan yap!” demeye mecbur olmuş, bu cesurca yapılan mukabele ise Ömer’in hiddetini yenerek onu sakinleştirmişti. Ömer bu sefer dövüşmekten vazgeçerek okudukları Kur’an ayetlerini istedi. Kız kardeşi, Ömer’in Allah kelamına bir hakarette bulunmasından korkarak, Kur’an sahifelerini vermek istemedi. Hz. Ömer, onların dinî hislerine tecavüz etmeyeceğine yemin edince, Kur’an sahifelerini kendisine vermişti. Bu sahifeler Ta-Ha Suresi’nin ayetlerini ihtiva ediyordu. Ömer okumaya başladı. Ey insan, sana Kur’an’ı, eza ve meşakkate uğraman için göndermiyoruz. Hayır! Bu, Allah’tan korkanlara bir tezkiredir. Bu, yeri ve göğü yaratan Allah’ın bir vahyidir.59 [Ta-ha, 1-4] Ömer sureyi okumaya devam etti. Kalbine nüfuz eden Kur’an’ın hakikatlerine karşı koyamıyordu. Bu kadar güzel bir irşada karşı gösterdiği düşmanlığın ne ahmakça bir hareket olduğunu düşünmeye daldı.

      Bütün olay boyunca korkusundan gizli duran Habbab meydana çıkmak zamanının geldiğini idrak etti. Habbab gizlendiği yerden çıkarak Ömer’i irşada başladı. Haşmetli Ömer, İslam’ın ruhani kudreti karşısında erimişti. Hz. Peygamber’in, o anda Erkam’ın evinde olduğunu anlayan Ömer, doğruca oraya hareket etti. Peygamber Efendimiz sayıları kırk civarı olan erkek ve kadın Müslüman’la o evde bulunuyordu. Ömer kapıyı çaldı, Peygamber’in ashabından biri kapıya kimin geldiğini öğrenmek için baktı. Ömer’in boynunda asılı kılıcı ile geldiğini görünce, kötü bir niyetle geldiğini sanarak korktu. Peygamberimiz kapının açılmasını emretti. Peygamberimiz daha bir cümle söylemeden Ömer, “Ya Resulullah, Allah ve Peygamber’ine iman ediyorum!” dedi. Orada toplanan bütün Müslümanların kalbi ferahla doldu. Hepsi de bu ihtidayı “Allahu Ekber!” nidaları ile karşıladılar.

      Hz. Ömer’in ihtidası, henüz muhalefet kasırgaları ile karşılaşacak derecede kuvvet kazanmayan küçük İslam cemaati için bir zaferdi. Hamza ile Ömer gibi iki büyük şahsiyetin İslam’a girmeleri, nübüvvetin altıncı yılında vuku bulmuştu. Bu zamana kadar Müslümanlar meydana çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Bütün dinî faaliyetler, Erkam’a ait olan evin dört duvarı arasına münhasırdı. Ömer’in Müslümanlığı kabul etmesi üzerine, Müslümanlar namazlarını Kâbe’de kılabilecek derecede kuvvet kazanmışlardı. Bu sırada fakir sınıfa mensup birkaç kişi daha Müslümanlara iltihak ettiler. Yüksek sınıfa mensup olan Müslümanlar bir müddet Mekkelilerin eza ve cefasından korunmuşlardı. Müslümanlığı kabul eden kölelerin hâli ise çok feci idi. Bunlar işkencenin her türlüsüne ve en vahşi şekillerine maruz kalıyorlardı. Bunları himaye edecek bir kimse yoktu. Hz. Ebu Bekir’in en büyük faziletlerinden biri, bu cefakâr ve çaresiz köleleri efendilerinden satın alarak onlara hürriyetlerini vermekti. Bilal, Amir, Lübeyne, Zinnire, Nahdiyye ve Ümmül Ubeys bunlardan bazıları idi. Bunlar Ebu Bekir’in sayesinde hürriyetlerine kavuşmuşlardı.

      İslam’ın ilk yayılma devrelerinde dikkati çeken hususlardan biri de bu dinin genellikle halk tarafından rağbete mazhar olmasıdır.

      Aristokrat sınıf ise ekseriyetle Hz. Muhammed’in risaletini duymazdan ve görmezden geliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in ifade ettiği bir hadise, İslam’ın ilk yayılma devrelerinde bu yüksek sınıfın ona neden rağbet etmediklerini ve onların maksadını izah eder. Bir gün Resul-i Ekrem, Kureyş asillerinden birkaçına irşatta bulunurken âmâ bir fakir olan İbn. Ümmü Mektum adında bir adam gelmiş, Peygamber’in meşgul olduğunun farkına varamayarak nazarı dikkati çekebilmek için birkaç sual sormuştu. Peygamberimiz mühim bir konuşma ile meşgul olduğundan normal olarak sözünü kesmek istememişti. Resul-i Ekrem âmâyı azarlamamış, ona memnuniyetsizliğini ifade eden bir kelime söylememiş, yalnız alnında beliren bir iki çizgi, onun bu durumdan hoşnut olmadığını göstermişti. Peygamberimiz’in güzel ahlaki faziletlerle ve edeplerin en güzeli ile dopdolu olmasını isteyen Cenabıhakk, bu olayın geçip gitmesine razı olmadı. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki, Âmâ geldiği zaman alnı çatıldı, yüzü çevrildi…60 Daha sonraları Kur’an-ı Kerim, bir ihtiyar âmânın, Peygamber’in irşadından istifade etmesinin düşünülebileceğini söylüyor. Çünkü Kur’an, düşkün insanları en yüksek seviyeye yükselten bir hayat mecellesidir. Bundan başka aynı surede, Peygamber’in büyük şahıslara fazla önem vermemesi isteniyor. Çünkü İslam davasının yükselmesi zayıf ve fakirlerden müteşekkil olan halk kitlesine bağlıydı. O halk kitlesi ki İslam davasına bağlılığı ve onu müdafaası sayesinde saadete ve şerefe kavuşacaktı. Risaletin özellikle Mekke ahalisinin zayıf ve çaresiz halkınca kabul edilmesindeki ilahi hikmet budur. Çünkü bunlar, büyüklerle kuvvetlilerin yapamayacakları işi, alelade halkın Allah’ın yardımı ile nasıl başarabileceğini gösteren müşahhas misaller teşkil edeceklerdi. Tarihin bize bildirdiği gerçeklerden birisi, Müslümanlığın, hakir görülen o biçare ve zayıfları hâkimiyet mertebesine yükseltmesi; ayrıca onları ahlakın en yüksek seviyesine, ilim, irfan ve felsefenin şahikalarına yükseltmesi, bütün dünyanın zulmet ve cehalet içinde yaşadığı sırada, onların medeniyet meşalesini taşımalarıdır. İslam’ın yükseltici kudretine bundan daha büyük bir şahit olur mu?

      İhtiyar âmânın olayı önemsiz görünürse de bu durum, çok mühim bir olayı aydınlatmaktadır. İslam düşmanlarının şüphe ile telakki ettikleri vahyi ilahinin mahiyetini bu sure gözler önüne seriyor. Vahyi ilahi, Peygamber’in kendi içinden duyduğu bir ses miydi? Yoksa kaynağını dışarıdan aldığı bir şey miydi? İhtiyar âmânın olayı ve bu hadise dolayısıyla gönderilen ayetler, vahyi ilahinin Hz. Muhammed’in kendi eseri olmadığına kesin bir delil teşkil etmektedir. Bu ayet-i kerime, ihtiyar âmâya ehemmiyet verilmemesi dolayısıyla, ilahi bir nasihati içine alıyor. Bir insan bir hareketinden ne kadar pişman olursa olsun, onun halk nazarında teşhirini arzu etmez. Fakat Hz. Muhammed tereddüt etmeden, kendi şahsına ait olan bir meseleyi herkese beyan etmekten çekinmemiştir. Bu da vahyin hariç bir membadan değil, bizzat Allah tarafından geldiğini gösterir. Anlatılan bu hadise, Peygamberimiz tarafından yapılan bir hareketin, Cenabıhak tarafından tasvip görmediğidir. Böyle olmasına rağmen Peygamber Efendimiz bunu da tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed’in hayatının esası, Cenabıhakk’ın iradesine seve seve bağlı olmaktır. Bu olay ayrıca vahyin dış kaynağını gösterdiği gibi, ilahi iradeye de tam teslimiyeti gözler önüne seriyor ki bunun tasviri ciltlerle kitap yazmaya muhtaçtır.

      DOKUZUNCU BÖLÜM

      TAZYİKLER VE BASKILAR

      Ant olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık.” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır. 61

      Ne zaman Cenabıhak bir zümreyi, insanların ıslahına ve çöküşler içindeki beşeriyete hakikat meşalesini taşımaya memur ederse buna muhalif olan ve onlarla acı bir mücadeleye girişen diğer bir gurup meydana çıkar, iyi insanları belalara ve işkencelere maruz bırakırlar. Böyle olmakla beraber, bu acı muhalefet gereklidir. Hakikat meşalesini

Скачать книгу


<p>59</p>

Ta-ha, 20/1-4.

<p>60</p>

(Abese, 80/1-2) İngiliz Rodwill bu hadiseyi anlatırken, Peygamber’in âmâya yaptığı kötü muameleden pişman olduğunu beyan eder. Hâlbuki Peygamber Efendimiz pişman olmayı icap ettirecek herhangi bir kötü muamelede bulunmamıştı. Sözünü kesmek isteyen bir adama, gönlünü kıracak bir cevap vermeyerek ancak kaşlarını çatmıştı, Nebî Ekrem’in pişman olduğunu farz etsek bile onun âmâyı davet ederek gönlünü hoş tutması hadiseyi ortadan kaldırmaya kâfi gelir. Velhasıl hadise bir ferdin fikir ve kararına kalmış olsa, bu hareketi teşhir etmek herhâlde o hareketi yapan fert olmazdı. Bir insan yaptığı bir şeyi tasvip etmeyebilir. Fakat bu işi toplum tarafından gece ve gündüz tekrarlanacak bir şekilde tebliğ etmek hiçbir ferdin kârına değildir. Binaenaleyh ilahi vahyin kaynağının, Hz. Muhammed’in kalbi olmadığı bu şekilde şüphesiz ortaya çıkar. Peygamberimiz’in fukaraya sevgisi onun seciyesinin en büyük vasıflarındandı. Medine’de devlet başkanı olduğu hâlde nice ihtiyar kadınların işlerini görüverdiğine, zayıfların yüklerini taşıdığına dair birçok sahih hadisler mevcuttur. Peygamberimiz çocukluğundan vefatına kadar, hayatı boyunca fakirlere muhabbet ve onlara hizmetle kalmamış, bizzat kendisinin fakir sınıfından sayılmasını arzu etmiştir. Bütün Arabistan’ın serveti emrine verildiği hâlde Peygamber’in, zevceleri bu servetten hisse sahibi olmayı istediklerinde, fakirliğin Allah yanındaki sevgisinden başka her şeyi feda etmeye hazır olduğunu ifade etmişlerdi. (Mütercim)

<p>61</p>

Ankebut, 29/2-3.