İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade. Jules Payot

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade - Jules Payot страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade - Jules Payot

Скачать книгу

Napolyon Örneği

      Hakikati ayırt etmenin kırılgan ve karmaşık mekanizmasını bozan tutkuya en öğretici örneğini bize 19. yüzyılın en güçlü beyinlerinden biri vermiştir. 1809’dan itibaren Napolyon, görüş netliğini kaybetti. Kibri büyüdü ve bu kibir var olanı algılama yetisine ket vurdu. Napolyon kendi kuvvetlerini çok büyük görürken düşmanlarınınkini küçümsedi. Hizmetkârlarından biri olan Dècres 1809 yılının sonunda “İmparator delirdi, tamamen delirdi. Hepimizi başından atacak ve her şey korkunç bir felaketle sonlanacak.” diye sesleniyordu. 1812 Savaşı çılgınca bir hareket oldu çünkü imparator zorluklarla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Bu coşkun ve güçlü zekâda hakikat duyusunun yozlaşmaya başladığı an hakkında yapılacak derin bir çalışma vardır. Aynı çalışma, daha az zeki fakat uzun zamanlı gerçekçi bir zihne sahip olan 1914 Savaşı’nın cani yaratıcısı 2. Guillaume’un hakikat duyusunun tıkanması üzerine de uygulanabilir. Bize savaş ilan etti ancak kesinlikle yanılmaktaydı çünkü Fransa’yı birkaç hafta içinde yok etmeyi planlıyordu. 2. Guillaume, Belçika’nın ve bilhassa İngiltere’nin direniş gücünü çok yanlış hesaplamıştı. Öyle ki sözde zekâsı gerçeği kavrama konusunda yeterli değildi.

      Aynı şekilde görevi ülkeyi gözlemlemek ve bilgilendirmek olan tarihçilerimiz ve politikacılarımız, gerçek Almanya’yı ulusal tembelliği pohpohlayan ve yöneticilerini sarsılmaz kararların rahatsız edici vazifesine mecbur etmeyen sahte bir imajla yansıtmışlardı.

      Sözde zekâlar hakikatleri görme konusunda isteksizdirler çünkü hakikatler her zaman bir adaptasyon çabası gerektirir. Hakikatten söz ederken yalnızca kendilerini, öz saygılarını, keyiflerini ve tutkularını düşünürler. Doğru olanın doğru olmasını istemezler.

      Bu temel noktada başka bir örnek vereceğim. Bir lisenin öğrencilerinin başından geçen tehlikenin ardından kurum müdürüyle gaz lambasına giden ve yatakhanenin ortasından geçen yirmi metrelik bir boruyla ilgili görüştüm: Bu boru, öğrenciler için süreklilik arz eden bir ölüm tehlikesiydi. Müdür olayı kendi içinde değerlendirmek yerine kendini savunmaya geçti: Bu durum ondan önce de böyleymiş, yeterli bütçesi yokmuş… Kendimi hesaba katmayışımın ve olaylara tarafsız bir şekilde bakmanın elverişsizliğiyle şaşkına döndüm.

      İşte sözde zekâya sahip bir başka müdürün portresi:

      “Emrindekilerin eylemlerini onların anlık davranışlarıyla yargılar. Kendisine kişisel olarak dokunan şeyi görmezden gelemez. Aynı hatalar, hatayı yapan kişinin onu memnun edip etmemesine göre önemsiz ya da ciddi olarak değerlendirilir. Bir görevli tarafından verilen hizmetler o anın derecelendirmesine bağlı olarak önemli ya da önemsizdir.”

      Zekâ Güçlü Bir Manevi Eğitim Gerektirir

      Zeki olmayanlar sorunu kendi içinde görememekle tanınırlar. Büyümeyen toplumlar duygusal toplumlardır. Tek mantıkları duyguların mantığıdır yani akıl yokluğu ve tarafsız gerçeği kabulü reddedişin mantığı. Hemen hemen tüm Asya bu durumdadır. Akıl yürüten ve kendilerini saflıktan ilk kurtaranlar Yunanlılardı. Pancermenistlerin kibrinden gözleri kör olmuş Almanya, günümüzde tekrar korkunç bir tutku tarafından yönetilen duygusal bir ulus hâline geldi. Güçlü bir manevi eğitim olmadığı için eksiksiz bir zekâ da söz konusu değildir. Ben özverili olmalıyım; bana getirisi, önüme çıkarttığı engeller, bana sağlayacağı yarar ya da benden sağlayacağı menfaat ne olursa olsun gerçeği kabul etmeliyim. Zaten zayıf olanlar gerçeklikten kaçarlar. Kendi kendilerini kandırmak isterler ve korkaklıkları, hakikati ruhlarını okşayan bir yalanla değiş tokuş etmeyi tercih eder. Bu, hayatın her koşulunda geçerlidir. Tembel biriyle evlenen kör birinin, yük hayvanına dönüştürülmekten şikâyet ettiğinde gülmeye razı olması gibi. Çocuğuna sahip olmadığı nitelikleri atfeden ve çocuğun gittiği yolu değiştirmeye çalışan bir annenin gerçekle olduğu gibi yüzleşmeyi reddederek yanlış yapması gibi. Çoğu zaman olanı olduğu gibi görmek rahatsız edicidir. Kendini bize zorla kabul ettiren, sevsek de sevmesek de var olmakta ısrarcı olan; eğilimlerimize, tercihlerimize, duygularımıza karşı dingin bir kayıtsızlıkta olan bu gerçeklik dayanılmazdır! Ona karşı taraftan bakmamaya gayret edelim; belki de mucizevi ve öngörülemeyen bir olay sayesinde zorluklar ortadan kalkmaya ya da dönüşmeye razı olacaktır.

      Yazık ki hakikat ne değişir ne de ortadan kaybolur! Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi gözümüzü ya çok kapattık ya da tehlikeyle aramıza formüllerden ve kelimelerden oluşan bir sis bulutu yerleştirdik ama gerçeklik inatçıdır ve ortadan kaybolmaz.

      Şimdi gerçek zekânın ne olduğunu öğrenmeye çok yakınız. Zeki olmak için aynı şeyi on farklı tarzda söyleyebilmenin faydalı olup olmadığını düşünüyoruz. Hakikatle gözümüz arasına giren ve gerçeği bize beyazken sarı, yeşilken kırmızı gösteren her duygu zekâmızı küçültür ya da yok eder. Zeki olmak için Spinoza’nın öğütlediği özgürlükten azade olmak gerekir yani gerçeği kalpten bir tevazuyla, sevgiyle olmasa da en azından dingin bir cesaretle, olduğu gibi kabul etmek gerekir. Sadece bu kabul ediş, olaylara tarafsız bakmamıza ve onları iyi ayırt edebilmemize izin verir.

      O zaman onları telafi etmek için etkili bir eylem başlayabilir. Eğer ön yargılı anne, oğlunun kötü huylu olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye razı olsaydı kötülüğe karşı etkili yöntemlerle mücadele edebilirdi. Kayırmacı bir tutumla gözler kapatılarak hiçbir mucize gerçekleşmez çünkü manevi hakikatlerin mantığı fiziksel hakikatlerinki gibidir, acelesiz ama esnek olmayan bir kesinlikle ilerler ve varsayımlardan sonuç çıkarır. Kötü huylusun ve bu yüzden başarısız olacaksın. Senin kibrin Guillaume, gerçeği görmeni engelledi. O hâlde gücün de yok olup gidecek. Siz Fransızlar, gözleriniz gerçeğe yarı kapalı vaziyettedir. Bu sebeple zafer size çok pahalıya mal olacak.

      Delilik, Hakikat Duyusunun Bozulması

      Sainte-Anne’daki hastaların başındayken zihinsel hastalıklar söz konusu olduğunda bedensel bozuklukların, solgunluğun, baş ve omurga ağrılarının, güçten düşmelerin önemsiz olduğunu gözlemledim. Ayırt edici olan, hakikat duyusunun bozulmasıdır. Bu, gerçeği olduğu gibi görme ve anlama yetersizliği ve devamında da eylemi, gerçekliğin içine yerleştirmenin imkânsızlığıdır. Günlük yaşamdaki olayların çarpık algısı, olaylar ve insanlar üzerindeki çarpık yargıyı beraberinde getirir. En masum hareketlerden şüphelenen bir kadını düşünün. Makul bir gecikmeye abartılı sebepler yükleyerek çocuğu için kaygılanan anneyi, beyhude yere iftiralar atan bir parti adamını düşünün… Akıl bozukluğu; yargılama ve algılama yetisini yani zihni deforme eden hastalıklı duygular tarafından oluşur. Zihnin duygu tarafından her bozulması akli bir bozukluğun başlangıcıdır.

      Ama biz, sadece patolojik duygularla gerçeklik görüşü bozulanları değil mirasçıları olduğumuz nesillerin tecrübeleriyle bilincimizde şekillenmiş, akıl ya da mantık olarak adlandırdığımız sarsılmaz düzene zarar verenleri de deli olarak adlandırırız. Akıl, insan zekâsının doğaya karşı verilen milyarlarca mücadele tarafından doğrultulmasıdır. İnançlar, en saçma istikametlerde ilkelce gelişmiştir. Aman vermeyen tecrübe yavaş yavaş cesarete giden yolu tıkamıştır. Milyonlarca insan yanlış inançların kurbanı olmuştur. Yüzyıllar boyunca disiplinler oluşturulmuş, yanlışın ve cehaletin balta girmemiş ormanlarına geniş caddeler inşa edilmiştir. Bu geniş caddeler aklın yasalarıdır: Hiçbir şeyin bir nedeni olamaz ya da aksine her etkinin bir nedeni vardır. Yalnızca zekâsının aklın yasalarına

Скачать книгу