Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

tatlı diller dökerek voyvodanın saygılarını, selamlarını Vidin valisine bildirdikten sonra efendisinin İstanbul’a gönderilecek delikanlıları ve on bin altın vergiyi yanına alıp gelmek üzere bulunduğunu, kendisinin ilk peşkeşleri getirmek ödeviyle yollandığını anlattı, Çakırcı’ya ve Yunus Bey’e hayli değer taşır armağanlar sundu. Aynı zamanda voyvoda gelinceye kadar onları konuklamaya memur edildiğini söyleyerek hemen mutfak çadırları kurdurdu, kazanlar sıralattı, bir düzine aşçıyı çalıştırmaya koyuldu.

      Artık Çakırcı Paşa memnundu, Yunus Bey geniş bir nefes alarak çadırında yan gelip uzanmıştı, şu Vlad işini başardıktan sonra bir yolunu bulup Eflak voyvodalığına geçmek kuruntusuyla beynini yelpazeliyordu.

      Yaksiç’in, oraya gelir gelmez ayağının tozuyla kurduğu sofra, gerçekten ağız sulandıracak bir biçimdeydi. Ta Macaristan bahçelerinden devşirilmiş çeşit çeşit yemişler, Kıbrıs malı şaraplar, lezzetleri kokularında uçuşan yemekler, ilk bakışta en ölgün iştihaları şahlandıracak bir güzellik taşıyorlardı.

      Çakırcı Hamza’yı obur ve çok obur bir duruma düşüren, sofranın pek nefis oluşundan ziyade sofracıların seçkinliği idi. İkinci Sultan Murat’ın şerbetçiliğinden yetişmiş olan Hamza Paşa, ne Edirne ne de İstanbul sarayında bu biçimde sofracılar görmemişti. Vlad, gerçekten zevk ehli olduğunu yalnız bu genç hizmetçileri giydirişiyle belli etmiş oluyordu. Koca voyvoda, Eflak topraklarına adım atan Vidin valisine hizmet için sofracı değil, Tuna kıyılarında bir gönül karışıklığı yaratmak için sanki canlı bir ebemkuşağı (kavsikuzah)9 yollamıştı.

      Çakırcı Paşa’yı, her şeyden artık, işte bu ebemkuşağı oyalıyordu. Kuşağın çizgileri demek olan her uşak, bir başka biçimde giyinmişti. Kimisi Hint alacasından kimi Mirza boğasından kapama taşıyor ve şal kuşak kuşanıyordu. Bir kısmı Kırım kesimi beyaz gömlek giymiş ve som sırma kuşak takmıştı. Süt mavisi bezden yelek, Venedik kadifesinden üstlük giyenler bu alaca kümeye başka bir renk veriyorlardı. Bunların hepsi çakşırsızdı, gömleklerinin yırtmaçları da hayli uzun olup altın kopça ile ilikli bulunuyordu. Fakat bu düğmeler, uşakların yürüyüşleri sırasında gümüş topukların pırıldamasına engel olmuyordu.

      Bu manzaraya kıvrak ırlayışlarla kulaklarda tatlı bir sarhoşluk yaratan usta çalgıcıların hünerini de katarsak Çakırcı Paşa’nın durumunu biraz daha canlı olarak göstermiş oluruz.

      Vidin valisi işte bu dekor içinde içti, yedi, içti, yedi, gece yarısına kadar sofra başında kaldı. Voyvodayı, Eflak işlerini, Fatih Sultan Mehmet’i ve her şeyi hemen hemen unutmuştu. Kanmadan, kanamadan şarap içiyordu; doymadan, doyamadan çerez yiyordu; durmadan, duramadan gümüş topuk seyrediyordu.

      Yunus Bey’in de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Sinir pekliği, mide sağlamlığı bakımından Hamza Paşa’ya göre pek cılız olduğu için küngürlemesi10 de daha çabuk olmuştu. Gece yarısından biraz sonra Çakırcı Paşa’nın da çelik sinirleri yumuşadı, obur midesi şişti ve gözleri kapandı. Artık gümüş topukları düşte görüyordu ve yıkıldığı yerde bozuk düzen şarkılar sayıklıyordu. Canlı ebemkuşağını sihirbaz gibi ince ve sezilmez bir ustalıkla saatlerden beri fırıl fırıl çeviren, Çakırcı ile Yunus Bey’i bir yığın salyalı et hâline getiren Demitriyos Yaksiç, otağ dışında da aynı şeyi yaptırmış, Vidin’den Kalafat’a geçen irili ufaklı bütün paşa takımını çadırlarında, ahır çergelerinde sızdırıp bırakmıştı.

      Çakırcı ile Yunus’un haykırmakla değil, kamçılanmakla da gözlerini açamayacak bir durumda olduklarını gören genç Macar, oraya geldi geleli takındığı finoluğu birden bıraktı, dört yana sert sert emirler vermeye koyuldu ve kısa bir zaman içinde Vidin valisini de adamlarını da bağlattı, katırlara yükletti, ölü götürür gibi yola vurdu.

      Uyuşturucu maddeler karıştırılmış keskin şarapların ona kazandırdığı bu zaferden yenilenlerin haberi bile yoktu, hepsi sımsıkı bağlandıkları katırlar üstünde horuldayıp duruyorlardı. Yaksiç, şen bir tehalükle11 kendi atına binip de oyun yerinden uzaklaşacağı sırada bir uşak geldi:

      “Boyar!” dedi. “Burada ayık bir çocuk var. Kollarını göğsüne kavuşturarak bizi gözetliyor.”

      Bükreş’ten gelenlerden başka olarak orada sızmamış bir adam bulunabilmesi Yaksiç’in gözlerini dört açtı ve bağırdı:

      “Ne duruyorsunuz eşekler, onu hemen yakalayın, ipe sarın, yanıma getirin!”

      Üç beş dakika sonra on dört on beş yaşlarında bir Türk çocuğu, ipler içinde, Yaksiç’in yanına sürüklenmişti. Bu, aslan yavrusunu andıran bir genç irisi idi. Pençesi henüz olgunlaşmamakla beraber gözlerinde taşıdığı kanın alevi, yapılışında yiğit bir ırkın bütün güzelliği beliriyordu.

      Yaksiç, bir iki saniye bu insan güzelini süzdükten sonra sordu:

      “Senin burada işin ne?”

      Çocuk Romence cevap verdi:

      “Ben de paşalıyım, ağamla birlikte Vidin’den geldim.”

      “Ağan kim?”

      “Akıncı Kara Murat benim öz kardeşimdir, ağamdır.”

      “Nerede o şimdi?”

      “Kızıl cinli (şarap) içip kendinden geçti, ipe sarıldı, bir katıra atıldı, götürüldü.”

      Yaksiç, Romence konuşan aslan yavrusunu derin bir dikkatle yeni baştan süzdü, kaşlarını çatarak bir hayli de düşündü, sonra hain bir gülüşle dudaklarını bezedi.

      “Sen…” dedi. “Niçin içmedin?

      “Ben daha çocuğum. Ağamın yaşına gelmeden öyle şeyler yapamam.”

      “Peki, şimdi ne düşünüyorsun, bizim yaptığımız şu işe ne diyorsun?”

      “Hiç, ne diyeceğim. Kancıklık, orospoğluluk!”

      “Demek biz kancığız, öyle mi?”

      “Kancığın da kancığı! Çünkü pusunuzu sofra başında kuruyorsunuz. Konuklarınıza kıyıyorsunuz.”

      “Buna da peki. Yalnız bir şey soracağım. Doğru söyler misin?”

      “Biz yalan bilmeyiz. Bilseydik pusunuza düşmezdik.”

      “Peki babayiğit, bana açık söyle. Bir gün eline fırsat geçse bizden öç almaya kalkışır mısın?”

      “Haydi bunu bileydin. Hiç elime fırsat geçer de sizden bu kancıklığın hesabını sormaz mıyım?”

      “Öyleyse yürü, Bükreş’e gidelim. Orada göreceğin şeylerle hıncın biraz daha artsın!”

      Yaksiç’in adını sormaya lüzum görmediği bu genç irisi Türk de bir katıra bindirildi, yola çıkıldı. Ancak gün doğduktan sonra

Скачать книгу


<p>9</p>

Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)

<p>10</p>

Küngürlemek: Uyuklamak, uyuklarken düşecek gibi olmak. (e.n.)

<p>11</p>

Tehalük: Can atma, çok isteme. (e.n.)