Seyahatü'l Kübra. Karçınzade Süleyman Şükrü

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü страница 20

Жанр:
Серия:
Издательство:
Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü

Скачать книгу

gibi yüksek binaların bulunması, şehrin bayındırlık ve heybetinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Camilerinin en küçüğü diğer şehirlerdeki ulu camilerin büyüklüğündedir. Süslemeleri bol miktarda bulunan ve yukarıda sayısı verilen camilerin on altısı bunlar içinde en büyük ve meşhur olanlarıdır. Mübarek kabirlerini ziyaret ederek ruhen mutlu ve birçok açıdan da istifade etmiş bulunduğum Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin bir eşi daha olmayan camisinde öğlen namazını kıldım. Ardından otele dönüp yemek yedim. Sonrasında ise Sultanahmet ve Ayasofya camilerini ziyaret ettim.

      Çok zarif ve yüksek altı minaresinin dördü üç şerefeli, diğer ikisi ise iki şerefeli olan Sultanahmet Camisi’nin yüksekliği ve genişliği insanda hayret duygusu uyandırmaktadır. Ayasofya Camisi’nin bahçesi içinde bulunan şadırvan ve türbelere arasında meydana açılan kapısından girdikten sonra sağ tarafta bulunan mermer sütunda Arapçası yazılı olan “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadisi işlenmiş bir şekilde yazılıdır. Bu yazıyı görünce gözlerimden istemsizce yaşlar aktı. Bu Yüce Peygamberin hadisinin gerçekleşmesiyle mutlu ve bahtiyar olan Fatih cennetmekânın nurlarla kaplı türbesinden dua ve yardım talebi tek olan Allah’ın huzurlarında kabul buyrulduğuna dair şüphem kalmadı. Hatta bir hafta sürmeden bu duanın hayırlı neticesi karşıma çıktı.

      Kâinatın iftihar vesilesi Peygamber Efendimizin nebevi övgülerine mazhar olması bakımından veli bir şahsiyet olduğu hatıra gelen Hazreti Fatih’in ruhani yardımıyla her türlü kolaylığa ulaşarak çok mutlu oldum. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, ona yüce bir rahmet bahşetsin. Kış döneminin yakınlaşmasına doğru siyaset dünyası gibi sürekli değişken bir hâle bürünüp renkten renge hava, buraya gelmemin ikinci gününde birden bire değişiklik gösterdi. Bu nedenle soba ve mangal başlarından yapılan eğlence gül bahçelerinden gerçekleşen keyifli anları solda sıfır bıraktı. Fatih Meydanı Çörekçi Kapısı tarafında bulunan sıra kahvelerine “Geldi kasım, gitti yazın sefası.” tarzında hüzünlü yazılar yazılmaya ve kış mevsiminden şikâyetleri şiirleştiren süslü tablolar asılmaya başlandı. Fatih semtinin hasbelkader bu kahvehanelere toplanan şık ve bakımlı beylerin de hava ile ilgili yaptıkları konuşmalar esnasında “Yaz elden gitti…” gibi hüzünlerini açığa çıkarmaktalar ya da “Yaz eğlenceleri yorgunluktur ben kışı severim.” yolunda soğuk mevsimden memnuniyetlerini göstermektedirler. Böyle sözler ile birbirlerini bazı deliller sunarak ikna etmeye çalışmaktaydılar.

      Her ikindi öncesi bu kahvehanelere gelip oturmayı kendime âdet edindiğim için kahvehanecinin kıdemli bir müşterisi olan o söz ebesi beyleri sima olarak tanıyordum. İçlerinden biri bana bakarak “Dört mevsimden hangisini seversiniz?” diye bir soru sordu.

      “Her mevsimin kendisine has bir güzelliği ve verdiği mutluluk var. Allah’ın bizlere ikram ettiği nimetlerden ruhumuzun tat alması ve sağlığımızın varlığı ile düşüncemizin sağlamlığına bağlıdır.” cevabını vermek mecburiyetinde kaldım. Şahsi olarak kim olduklarını bilmediğim bu dileğince davranan hoppaların toplandıkları kahveye bir daha uğramadım. On beş gündür kışın artık hâkim olduğu hava yine birdenbire değişikliğe uğrayıp hava aniden ısındı. Ortalık hızlı bir şekilde ilkbahar havasını kuşandı. Doğanın bu güzel imkânından ruhen yararlanmak hemşehrilerimden bazı kişiler ile hem kabirlerini ziyaret etmek hem de cuma namazını kılmak maksadıyla Peygamberimizin sancaktarı Ebu Eyüp El-Ensari Hazretlerinin türbesine deniz yoluyla gittik. Dönüşte yürüyerek Edirnekapı’ya geldikten sonra tramvaya binerek semtimize ulaştık. Küçüklüğünden beri ticaret maksadıyla İstanbul’da bulunan hemşehrilerim dönüşü kara yoluyla yapmamızı arzuladılar. Bunu sebebinin ise gördüğüm kadarıyla bu şekilde uygun hava koşullarında sur dışının eğlenceli olduğunu bilmeleriydi. Halkın dindar ve seçkin sınıfı birer Fatiha okumak için çevresi servi ağaçlarıyla süslenmiş büyük kabristana yayılmış hâldeydiler. Sarhoş ve külhanbeyi takımı ise Eğirikapı ile Topkapı sarasındaki uzun şarampolün geniş yeşil çimenliklerine birbirlerine hayli aralı bir şekilde yer yer oturuyorlardı. Ceplerinden çıkardıkları paslı şişelerdeki kokmuş içkileri büyük bir iştiha ile yudumluyorlardı. Her tarafta yankılanan naralar ve heyheyler o güzel sahranın sakin hâlindeki manevi havayı bozmuştu. Ahlaklarının aksine sesleri gayet güzel olan bu iflah olmaz güruhun papağan gibi sürekli söyledikleri moda şarkıları

      Sislendi heva tarf-ı çemenzarı nem aldı

      Bülbül yuvadan uçtu gülistanı gam aldı

      Bağlar bozulup bezm-i cefa şekline girdi

      Gülzar-ı mahabbette yine şenlik azaldı

      güftesiyle ve bunun gibi mevsime uygun düşen manası güzel manzumeler ile doluydu. Şarampolün Topkapı’ya yakın olan tarafına biriken birtakım ayyaş Ermeniler de kendilerine özgü şiveleriyle,

      Bir gün seni elbette eder vasıl-ı canan

      Bu ah-ı sehergah ile bu kalb-i perişan

      Bak bülbüle sabreyle gönül eyleme efgan

      Hengam-ı güle nuş-i mule şunda ne kaldı

      sözlerini ve polisimizin o an manasını anlayamadıkları sözleri sesli bir şekilde dillendiriyorlardı.

      Millî ahlakımıza dâhil edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez olmakla beraber akıl ve her hâlükârda akıl ve hikmetten uzak olan bu aşırılıklar sürekli olarak yapılıyor ise vay hâlimize! Bu düşünceler içerisinde Edirnekapı’ya geldik. Surların kuzeyine kalan bu dehşetli kapı yakınındaki güzel bir kulübe içerisinde şen mizaçlı bir kır kahvecisi vardı. Bu adamın gelir gelmez getirdiği çürük iskemlelere oturduk. Burada birer nargile ve kahve içtik. Ardından tramvaya binip zahmetsiz bir şekilde Beyazıt Meydanı’na ulaştık.

      POSTA VE TELGRAF NEZARETİ’NİN DURUMU

      İstanbul’a memur olabilmek için geldiğimde o dönem bakanlık koltuğunda duruşunu ve zekâsını kimsenin inkâr etmediği merhum İzzet Bey bulunmakta ve yardımcısı ise züht ve takvasına itimat edilen merhum Hasan Ali Bey idi.

      Görevlendirilmek amacıyla merhum Bakan İzzet Bey’e takdim ettiğim dilekçe esnasında normalde kimseye yüz vermeyen bu zat beni beş dakika kabul edip beş dakika mülakat yaptı. Ardından “Öz geçmişini ver de boş bir yere seni gönderelim.” tarzında okşayıcı ifadelerden sakınmayarak gönlümü aldı. Sınav için önce yazışmaya sonra da fen ve diğer kalemlere gönderildim. Bu işlemlerin ardından sicil kalemine yazılı evrakı yanıma alarak Yeni Cami yakınındaki büyük Postahane’ye gitti. Merdiven başında karşılaştığım odacılardan birisi sicil kalemini gösterme iyiliğinde bulundu. İçeriye girdim. Etrafa dikkatle bakınca Sultan Mustafa dönemindeki hizmetlilerin mezarlarından kalkarak bu kaleme toplandıklarını düşündüm. Devletimiz çağdaş postanelerin birliğine dâhil ve zamanın ihtiyaçları anlamında gayet ilerlemiş olması düşünüldüğünde her yıl yenilene ve daha profesyonel bir hâle gelen uygulama ve kuralların görmekten uzak ne kadar köhne memur var ise zavallı Bakanlık elinde tutmak durumunda kalmış. Neticesinde, fikir ve beden bakımından hızlı memurlara ihtiyacı olan görevlerden uzak tuttuğu yadigârları bu kalemde toplamış. Masası en başta bulunmasında anlaşıldığı üzere kalemin kâtibi olduğu izlenimi veren esmer yüzlü, uzun boylu, iri kemikli, yaklaşık olarak elli yaşlarında zayıf ve çok konuşkan olan adam önünde bulunan süslü ciltli defteri eli ile yazıp burnu ile bir taraftan da masal anlatıyordu. “Burası hikâye yeri değil, resmî

Скачать книгу